Mizah
insanın kendini, doğayı, evreni, her şeyi algılayabilmesi için bir ipucu muydu?
Mizah anlayışımızla sorgulanmaya başlanan fikirler, bireyi toplum içinde somut
olarak görünür duruma getirdi. Böylece birey kendi derinliklerine inerek içsel
dramını kurcalamaya ve “ben” kavramını hem birey için hem de toplum için çok
değerli hale getirmeye karar verdi ve bunu meşrulaştırarak direnmeye başladı.Seçimde
fikirlerini bir paket makarnayla belirleyen kesim için günümüzde halen yaşıyor
olsaydı Artistotales :”Hiçbir iyilik sahtelikle bir arada gitmez” derdi. Bunu
sorgulamaya başladığımız anda evrende bir kırılma oldu. Özgürlük
gereksinimlerin tanınmasıdır diyordu Engels. Çapulcular olarak bizler haklarımız
ve fikirlerimizin kafes dışında özgürce uçabilmesi için direnerek bu kırılmayı gezi
parkındaki ağaçlarla simgeledik.Unutmak sorumluluktan kaçmaktır. Yakın
tarihimiz bu unutmaların ağır bedelleriyle yüklü, dahası her unutulan vahşet,
yenisinin hazırlayıcısı oldu. Bir şeyler var değiştirmemiz gereken; bu yüzden
ilk önce acılardan başlayalım dedik.
Dünya
kendi ülkemizden yola çıkarak hepimizin ortak hayalleri ile besleniyor ya da
beslenmek zorunda… Hangi alanlarda olursak olalım kaygıları, deneyimleri,
düşünmeyi ve üretmeyi paylaşmamız elzem. Kuram ile uygulama arasındaki
uçurumları ortadan kaldırmak gerekli. Peki, neyle mi? İlle de sevgiyle. Çünkü
sevgi denen beş harfli sözcük açacak yolumuzu. Kimliğimizin altında bu sözcüğün
alt başlıkları yazılı. Görüntünün, sözün, sesin, müziğin ortak diliyle, yaratıcılığın
ve özgür düşüncenin cümleleri eşliğinde, tabiat ve varoluşumuzun failliğini ve
kimliklerimizin biraradalığını korumaya çalışıyoruz. Böylece insanın özne
olduğu bir dünyanın yeniden üretilmiş ritüelleri, bu dünyanın dansına eşlik
edecektir.
Çapulcular
olarak bize ne umut yol gösteriyor, ne umutsuzluk kesiyor yolumuzu. Bir ülkenin
hayalini kuruyoruz. Mesela, bir “Kendinden Memnun İnsanlar Ülkesi’nin…” ve
kendi rüzgârımızla yetinmeye çalışıyoruz… O ülkeye yolculuk içinYolculuğumuza
her ilin sokaklarında tencere tava müzikalini icra ederek, bağırarak,
yürüyerek, ıslık çalarak, ışıkları açıp söndürerek başlıyoruz… Çünkü sokaklarla
solur evler, sokaklarla atar nabzı kentlerin. Hangi sınıfsal temelden olursa
olsun bütün insanları aynı hizaya getirebilmek gibi bir özelliği vardır sokağın.
O yüzden bizim direnişimiz her kentin sokaklarıyla dünyayı çınlattı.
Hiç hiçbir şeyi bilmiyorlar,
bilmek istemiyorlar.
Hiç hiçbir şeyi görmüyorlar,
görmek istemiyorlar.
Şu cahillere bak,
dünyanın sahibi onlar.
Şu cahillere bak,
dünyanın hâkimi onlar.
Onlardan
değilsen eğer, sana zalim derler.
Onlara aldırma
Hayyam,,,dostum dostum”
(Amin
Maalouf Semerkant kitabından alıntı Paronaya kanlıcada 92-93 yılında
bestelenmiş.)
Bizler
uzun zamandır aynı hapishanenin özgür mahpuslarıydık, zamanın ayak izlerine
basa basa anaforun dibine doğru hızla çöküyorduk. Zamanın kemirdiği, hakikatin
örselediği “ben” suretlerimizin, ebemkuşağı renkli, erguvan kokulu düşleri
vardı oysa.
Her
varoluş kendi sihrini heybesinde taşır.’Ben’in sihri, kuşkusuzluğunda saklıydı.
Her bir “ben” kuşkusunu diğerine ilettiğinde büyü bozuluyor ve tekillik
çatırdamaya başlıyordu. İşte bu kuşkular büyüdükçe sorgulamaya başladık
sorguladıkça bizler hiçbir zaman kipindeki çoğullar olduk. Uykudan
uyandırdığımız düşüncelerimiz haykırdı: “ ben arsız bir düşleyendim kendi
tekilliğimde şimdi kim’liğimi, ne’liğimi keşfettim”. Böylece bir varmış bir yokmuş.
Ben varmış ben çokmuş. Aslında ben yokmuş. Biz varmış…