30 Haziran 2013 Pazar

EBEM KUŞAĞI




Mizah insanın kendini, doğayı, evreni, her şeyi algılayabilmesi için bir ipucu muydu? Mizah anlayışımızla sorgulanmaya başlanan fikirler, bireyi toplum içinde somut olarak görünür duruma getirdi. Böylece birey kendi derinliklerine inerek içsel dramını kurcalamaya ve “ben” kavramını hem birey için hem de toplum için çok değerli hale getirmeye karar verdi ve bunu meşrulaştırarak direnmeye başladı.Seçimde fikirlerini bir paket makarnayla belirleyen kesim için günümüzde halen yaşıyor olsaydı Artistotales :”Hiçbir iyilik sahtelikle bir arada gitmez” derdi. Bunu sorgulamaya başladığımız anda evrende bir kırılma oldu. Özgürlük gereksinimlerin tanınmasıdır diyordu Engels. Çapulcular olarak bizler haklarımız ve fikirlerimizin kafes dışında özgürce uçabilmesi için direnerek bu kırılmayı gezi parkındaki ağaçlarla simgeledik.Unutmak sorumluluktan kaçmaktır. Yakın tarihimiz bu unutmaların ağır bedelleriyle yüklü, dahası her unutulan vahşet, yenisinin hazırlayıcısı oldu. Bir şeyler var değiştirmemiz gereken; bu yüzden ilk önce acılardan başlayalım dedik.
Dünya kendi ülkemizden yola çıkarak hepimizin ortak hayalleri ile besleniyor ya da beslenmek zorunda… Hangi alanlarda olursak olalım kaygıları, deneyimleri, düşünmeyi ve üretmeyi paylaşmamız elzem. Kuram ile uygulama arasındaki uçurumları ortadan kaldırmak gerekli. Peki, neyle mi? İlle de sevgiyle. Çünkü sevgi denen beş harfli sözcük açacak yolumuzu. Kimliğimizin altında bu sözcüğün alt başlıkları yazılı. Görüntünün, sözün, sesin, müziğin ortak diliyle, yaratıcılığın ve özgür düşüncenin cümleleri eşliğinde, tabiat ve varoluşumuzun failliğini ve kimliklerimizin biraradalığını korumaya çalışıyoruz. Böylece insanın özne olduğu bir dünyanın yeniden üretilmiş ritüelleri, bu dünyanın dansına eşlik edecektir.
Çapulcular olarak bize ne umut yol gösteriyor, ne umutsuzluk kesiyor yolumuzu. Bir ülkenin hayalini kuruyoruz. Mesela, bir “Kendinden Memnun İnsanlar Ülkesi’nin…” ve kendi rüzgârımızla yetinmeye çalışıyoruz… O ülkeye yolculuk içinYolculuğumuza her ilin sokaklarında tencere tava müzikalini icra ederek, bağırarak, yürüyerek, ıslık çalarak, ışıkları açıp söndürerek başlıyoruz… Çünkü sokaklarla solur evler, sokaklarla atar nabzı kentlerin. Hangi sınıfsal temelden olursa olsun bütün insanları aynı hizaya getirebilmek gibi bir özelliği vardır sokağın. O yüzden bizim direnişimiz her kentin sokaklarıyla dünyayı çınlattı.
Hiç hiçbir şeyi bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar.
Hiç hiçbir şeyi görmüyorlar, görmek istemiyorlar.
Şu cahillere bak, dünyanın sahibi onlar.
Şu cahillere bak, dünyanın hâkimi onlar.
Onlardan değilsen eğer, sana zalim derler.
Onlara aldırma Hayyam,,,dostum dostum”
(Amin Maalouf Semerkant kitabından alıntı Paronaya kanlıcada 92-93 yılında bestelenmiş.)
Bizler uzun zamandır aynı hapishanenin özgür mahpuslarıydık, zamanın ayak izlerine basa basa anaforun dibine doğru hızla çöküyorduk. Zamanın kemirdiği, hakikatin örselediği “ben” suretlerimizin, ebemkuşağı renkli, erguvan kokulu düşleri vardı oysa.
Her varoluş kendi sihrini heybesinde taşır.’Ben’in sihri, kuşkusuzluğunda saklıydı. Her bir “ben” kuşkusunu diğerine ilettiğinde büyü bozuluyor ve tekillik çatırdamaya başlıyordu. İşte bu kuşkular büyüdükçe sorgulamaya başladık sorguladıkça bizler hiçbir zaman kipindeki çoğullar olduk. Uykudan uyandırdığımız düşüncelerimiz haykırdı: “ ben arsız bir düşleyendim kendi tekilliğimde şimdi kim’liğimi, ne’liğimi keşfettim”. Böylece bir varmış bir yokmuş. Ben varmış ben çokmuş. Aslında ben yokmuş. Biz varmış…