15 Ağustos 2015 Cumartesi

ŞUANIN HİÇTE BİRİ KAÇ EDER?



… Heyy ben geldim, sırf bu sanal kağıda üflemek için, senin için geldim, duy ama duyma, gör ama görme , bil ama bilmezden gel diye geldim…  Sana öyle bir bilmece getirdim ki sadece fısıldayarak dile getirebilirim ama cevabı bulursan haykırabilirsin… Bir gün “biri” gezerken kaybolur ruhu hiçliğin sularına saplanır . Orada bir “hiç”le karşılaşır. “Biri” düşünmeden “hiçe” el uzatır. “Hiç”, “birinin” ruhuna sirayet eder. “Biri”,  “hiçle” hiç olur.  “Hiç” bir gün gider. “Hiçle” bir olan “biri” de gider peki o zaman arkada tın tın eden şey nedir?


Sen cevabı düşünedur bende kelimelerime koşayım . Ahh seni hınzır kelimeler öyle bir kötü yanınız var ki, kendimizi başkalarına anlatabileceğimiz ve başkalarının söylediklerini anlayabileceğimiz hissini uyandırıyorsunuz. Fakat dönüp kaderimizle yüzleştiğimizde yetmediğinizi görüyoruz. Belki de yine doğru zaman ve doğru yeri yakalayamadığımızdan kelimeler susar. Halbuki “Çeşmenin buz tutmuş suyuna bakarken, günün birinde yeniden akacak, sonra tekrar donacak, sonra yine akacak diye düşünürüm. Aslında kalplerimizde böyledir, zamana itaat ederler ama ebediyen suskun kalmazlar. Doğru zaman ve mekânı beklemek kuru kuruya bir hesap işi değildir, ucu bizim duygularımızdadır, o da bir bakıma içsel bir sese sahiptir. Bu içsel ses benim için, hayatımdaki kişileri tasnif eden bir melodidir. Çünkü her zaman insan ruhunun, müziğin harmonisine yansıdığını düşünmüşümdür. Kastettiğim şey bir müziği duyduğumda, bir kişiyle yaşadıklarımın veya onunla gezdiğim yerlerin hayalinin canlanması değil. Bir melodi duyduğumda tek başına o kişiyi gözümün önüne getirebiliyor muyum? Eğer yapabiliyorsam o melodi, o bireyin kimliği olur bende ve ne zaman onu görsem kulaklarımda o melodi döner. Dolayısıyla kimileri için insanlar duyu, jest, mimik ve duruşa göre ayrışırken, bende bana yansıttıkları melodilere göre şekillenirler. Bu müziği aramak için de özel bir çaba sarf etmem. Genel de o anda izlediğim bir filmin müziğiyle canlanabilir, arşivdeki müzikleri dinlerken bir anda oluverir.

Kimi bir klasik müzik etkisi uyandırır bende, kimi jazz, kimi death metal, kimi blues, kimi türkü, kimi sanat müziği, kimi pop, kimi arabesk, kimi rap ,kimi opera, kimi etnik, kimi reggae, kimi rock, kimi punk , kimi rebetiko… ama mutlaka bir melodi uyandırır ruhumda. “Hepsi bir yana tasvir etmek başkadır tecrübe etmek başka” dediğim bir gün öyle birine rastladım ki aşırı ilgi duyduğum ama “hiç” anlamlandıramadığım “biri”. Tek başına onu anımsamak istediğimde hiçbir melodiyle eşleşmeyen biriydi. Hatta bir süre ona uygun bir melodi bulmak için kendimi zorladığımı bile fark ettim. Sonra anladım; belki de kimliksiz biriyle kesişmişti yolum. Ne yaparsam yapayım ona uygun bir melodi bulamazdım; çünkü kelimenin tam anlamıyla yoktu, “hiç” olmamıştı. Size boşluğu, herşeyin kayıp yanını anımsatan bir varoluş hangi notayla öpüşebilirdi ki? Kim bilir belki de ben keşfedemedim. Belki de kendini başkalarının tanımasına hazır hissetmeyen ve tüm benliğini bir bilye gibi cebinde saklayan minik bir çocuğa rastlamıştım. Öyle ya müzikle onu sobeleyebilmem için önce onun kimliğini ortaya atması lazımdı. Aman her neyse haydi eller havaya :D İnsanın melodi eşliğinde varoluş duyusu falan derken gece gece tam bir sinestezik gibi konuştum :D Bilirsiniz sinestezikler mistik insan yeteneğine sahiptirler. Gerçeği, farklı duyusal algılamaları karıştırarak görürler.Renkleri duyar, sesleri görürler. Örneğin kimi sinestezikler için E harfi yeşildir, “R” harfinin tiz bir sesi vardır, kedinin miyavlaması kırmızıdır, “Fa” notası çikolata tadındadır,piyanodan gelen ses mavi bir dairedir… vs. Benim için de her insanın bir tınısı vardır ruhumu dans ettiren. Çünkü onlar bize en beri bile olsa daima anlamlı ötekiler… Anlamlılar çünkü onlar ezgilerine kavuşmuş biriler... 














ZIPIR RUHLAR



Farklı bireyleriz ama hepimiz aynı yollardan geçerek büyümüyor muyuz?… Dizlerimizi açsak hepimizinkinde benzer yaraların gül kurusu renkli izlerini bulamaz mıyız? Aynı duyguların eşiklerinden adım adım ilerliyoruz. Belki de bu yüzden izlediğin bir filmin karesi ya da dinlediğin bir müziğin sözleri tıpkı seni anlatıyormuş gibi gelir. Dersin ki aynı ben !! Hâlbuki o acıyı yaşarken, sanki sadece dünyada bunu hisseden bir tek senmişsin gibi gelir. Ancak tanıdık bir replik ya da tanıdık bir görüntü sana dünyada yalnız olmadığını anımsatır. En son ki yolculuğum bana çok derin anlamlar kattı. Meselelerin içindeyken düştüğüm durumu tam net idrak edemediğim zamanlardan geçtim. İnsanın kendisini görebilmesi için çerçeveden uzaklaşıp kendisine geriden bakması gerekiyormuş. Bir baskı çemberinin içindeymişim gibi bir süredir. Her kafadan bin ses senin kalbinde tek yol. Karıştıkça karışıyorsun. Beni kendime getirecek hayat dersini beş yaşındaki bir çocuktan almak ne kadar şaşılası. Bundan tam olarak dört ay önceydi… Beş yaşındaki kuzenimle oturuyordum : “Çınar biliyor musun çok üzgün hissediyorum şuan” dedim. O da : “ Neden” dedi? Dedim ki : “Çünkü hayatımda hatalı bir seçim yaptım ve başlı başına yanlıştı. Keşke beni anlayabilsen” derken;  O da : “Olsun sorun değil mesela ben bazen legolarımı yanlış diziyorum sonra yanlış bir oyuncak oluyor. Sonra hepsini bozuyorum ve yeniden en doğrusunu yapana kadar tekrar tekrar diziyorum” dedi. Ablasının kulağına fısıldayan haklı bir baloncuktu kendisi. 

Gel zaman git zaman usulca ilerledi; kovaladığı şimdiydi. Yine, yeni, yeniden mi derken Karadeniz’in bir yaylasında dağın tepesinde bir kulübeden aşağıya doğru inen iki kişi fark ettim. Kol kola girip aşağıya inmeye çalışan yaşlı çifti gözüm seçebildiğinde; en değerli şeyin, bir ömrü sırtlayabileceğin eli korkmadan tutabilmek olduğunu gördüm. Daha başlamadan bitişi düşünmek ne caniceymiş . Tam o anda dank etti. İsterim dedim doksanıma geldiğimde, yirmili yaşlarda elimi bir ömür tutmaya evet diyen aynı adamla yılları almayı. Herhalde sıkça biten evlilikler beni ürküttüğü için ilerde evlenirsem her an biterse diye korkumdan, kendimi Ey Tanrım bana üç tane üçte yetmez beş tane…, gideni sallarım gelene hoş geldin der geçerim diye şartlıyordum. Aslında küçük birer çocuğuz  yaralanmaktan korkan, karşıdakinin biz hiç söylemeden ruhumuzu anlamasını dilediğimiz, kalpte varsa bir duman yaralarımıza üflenmesini umduğumuz… Birine bağlanmaktan nereye kadar kaçabiliriz? Zıpır ruhumuzun birine değer vermeye, birinden değer görmeye ihtiyacı vardı. Yaşlı teyzeyle konuşmaya başlayınca : “Ah be kizum en kolay şey soğan ekmek, o bile çiğnenmeden yutulmuyor daaa!! Ele karişinca karnin ambar olacak, neticede bir ömür için he dersin demesine ama girmesi han kapısı çıkması can kapısıdır” derken tüm hayat felsefemi etkiledi . Neden hayatta çabuk pes edeyim ki !! Hiç tanımadığın yepyeni bir insanla bir ömür... Evet çok ürkütücü, garantisi de yok ama yine de iki kişinin, hayatın iyisini, acısını, cefasını, sefasını birbiriyle paylaşmasını düşünmek varken, amaaan gittiği yere kadar gider gitmedi mi ilerde ayrılırım. Yeni insan bol, vur patlasın çal oynasın, kasımpaşa baş aşağı herkes bir tarafımdan aşağı der geçerim diye ne kadar yanlış düşünüyormuşum. Elimde parçalarını nereye yerleştireceğimi bilmediğim lego parçalarım var artık. Birkaç sefer ortaya yanlış oyuncak çıktı diye pes edecek ruh yokmuş meğerse bende… Güzel ruhlu adamların hala var olabileceğini düşünmesi beleş…Uzun zamandır kafamın içi İsveç Norveç Danimarka Belçika Belçika Hollanda,Akdeniz,Kardeniz, Marmara,Türkiye’nin başkenti Ankaraydı… Şimdiyse kafamın içi cam gibi net üstü net.

NOT: Basit yaşamaya, cömertçe sevmeye, yürekten düşünmeye ant içilen yepyeni bir güne kaldıralım mı kadehlerimizi… EE haydi o zaman ÇİN ÇİN!!!