28 Temmuz 2016 Perşembe

ÇALIKUŞUGİL'LERDEN KAKADUGİL'LERE

                    Geçen hafta kendimi yaşlılarla dolup taşmış bir kadınlar gününde buldum... Anneannemin öğretmen okulundan arkadaşlarıyla  aylık kaynaşma toplantısıydı. Düşünsenize bu kadınların hepsi en az yetmiş sekiz yaşında. 1950'li yıllardan beri de birlikteler...Masada anlatılan hikayeler dudak uçuklatan cinsten..Seksen yaşındaki  Bedia teyzemin, gençlik yıllarında ilk beynelmilel ehliyete sahip kadınlardan olduğunu ve ondan tek başına Türkiye'den Paris'e eşinin yanına nasıl gittiği hikayesini dinledim. Hala son sürat araba kullanabiliyor.. Gülşen Teyzem ise seksen bir yaşında ortama pembe bir deri montla katıldı. Benimle çatır çatır eşi öldükten sonra ilk defa tek başına gittiği Kış Uykusu filmi üzerine sohbet etti. Bu masanın hikayesine anneannemin dahil oluşu aslında tamamen kumar... Ey saçına ak düşen diyar kokulu mis kadın ...Mücadelesi daha anne karnında başlamış. Annesi, o dönemde bahçede çalışan bir köylü kadınıymış. İki çocuk dünyaya getirmiş; ancak üçüncüye hamile kaldığını öğrenince onu dünyaya getirmek istemeyip çivi sokmuş defalarca...Kendini hırpalamasına rağmen bir can dünyaya kafa tutarcasına gelivermiş. Anne karnından başlayan hayatla bu mücadelesi peşini hiç bırakmamış aslında. 
                 Ülkenin zor yılları, yeni yeni kendini kurtaran ve küllerinden toparlanmaya çalışan, cefakar, azimli insanların dönemi.. Köy enstütülerinin çok taze kapandığı yıllarda sadece çok çalışkan olanların gidebildiği öğretmen okulları ortaya çıkmış. Anneannem ve ablası çok başarılı öğrencilermiş. Çiftçi babaları  modernlikle bağnazlık arasındaki sıkışmışlıktan mütevellit  olacak daha fazla okumalarını istememiş. Öğretmenleri baskı yapmasına rağmen, çifçi İbrahim bir türlü kızının öğretmen okuluna gitmesi için gerekli kağıdı imzalamamış. Öyle ya! Yeni modernleşmeye başlayan ülkenin acemi vatandaşlarıymış onlar. Herkesin kızı evlenirken ya da bağda bahçede çalışırken,okumakta neyin nesiymiş? Tam bu noktada ablası devreye girmiş. Kardeşinin okuması için yiyebileceği tüm dayağa rağmen babasının imzasını taklit ederek o kağıdı imzalamış.  Sonuç iki örgüsü omuzlarında, elinde eski bir bavul minik bir çalıkuşu adayı kendisini Konya'da bulmuş. Bir yatakhane içerisinde bir sürü ranza.. Tipik bir askeri koğuş gibiymiş. Devasa büyüklükte bir salon içeride bir sürü minik çalıkuşları, ortada tek bir soba ve buz gibi Konya iklimi. Hangi kız regl dönemindeyse ona göre ranzası sobaya yakın olan ısınması için bir diğerine yer verirmiş. Bizim için anlaması ne kadar zor bir durum. Anneannem Konya ile ilgili anılarından bahsederken Konya'nın bu yobaz görüntüsünün yeni olmadığının, aslında hiçbir zaman modernleşmek istemeyen ve buna sonuna kadar direnen belki de  yegane il olduğunu söyler. Hatta o dönemde, Konya'daki  öğretmen okulunda okumak için ailesinden küçük yaşta  ayrılan kızların genelev'de çalışıyor muamelesi gördüğünü anlatır...Tüm meşakkatli yıllara rağmen anneannem öğretmen okulundan mezun olan  ilk kadın öğretmenlerdendir.. Uzun yılllar öğretmenlik yapan, yağlı boya tabloları olan , Fransızca bilen, yakma aletleriyle ahşabı oyarak muazzam tasarımlar yapan, satranç oynayan, keman çalan bir anneanne...
              Bu hikayeye nasıl geldiğimize gelince.. Uzun yıllardır çocukluk hayalim olan radyo-televizyon-sinema alanı için çalışıp çabaladığımı biliyorsunuzdur. Esasında pek kimsenin bilmediği kolumda ekstra bir bilezikte taşırım uzun yıllardır. O da Adana'dan bana miras kalan Fransızca öğretmenliği diplomam. Bu sene çocukluk hayallerime bir süre ara vermek için özel bir okulla öğretmenlik anlaşması imzaladım. Çalışacağım okulun kapısına gelirken aklıma nedense öğretmen olmak uğruna herşeyi göze alan, elinde eski tahta bavulu, saçında örgüsüyle o minik çalıkuşu anneannem geldi. Her zaman sen benim torunumsun.. Bu hayatta ne olursan ol en iyisi olacağını biliyorum ama konu en en en en iyisini olmaksa genlerindeki öğretmenliğe bakmanı isterim der.. Gerçi anneannem Anadolu'nun yokluktan binası bile olmayan köylerine renkli elini sürmüş naif  "ÇALIKUŞUGİLLER"dendi... Bense çocuklarının okuması için seneliği bilmem kaç bin liraların döküldüğü özel bir okulun şımarık  "KAKADUGİLLER"indendim.



14 Temmuz 2016 Perşembe

MOR LALE

              

                   
               Kirazın içini açıp bakmadan yemeye cesaret ettiğin günü hatırlıyor musun? Varsın içinde kurt olsun. Göz görmeyince gönül bile birçok şeye katlanıyorsa bünyem neden minik bir kurtçuğa karşı kibirlensin ki dediğin günü. Ruhunla harflerin ahengini teninde bir türlü uyuşturamamıştın... İnce hesapta, minyon mizacını yansıman kabul edip; son kertede netliği sana veremiyorsa  püf noktanın noksan olduğunu anladığın o gün. Net olmak için belki büyümek lazımdı demiştin. İçindeki kadını keşfetmen lazımdı. Ben aman dermişim, içimdeki kadını keşfedersem, belki yüzeyimdeki kız çocuğunu bir daha bulamam diye korkarmışım. Küçük kadın lakabının "küçük" kısmını o kadar benimseyip "kadın" kısmını fark etmeden örselermişim.  Derken bir gün,
                  Adam kadına dans ederken: "Yönlendirme yönlenen ol" diye fısıldadı. İyi de kadın hiç bilmiyordu nasıl kendini bırakacağını. Ezberden performansların kusursuzluğunda harcanırken bilmiyordu ki doğaçlamanın en içten dilini. Yirmi altı yaşında dans ederken rüzgarın himayesine kapılan cılız bir yaprak olmayı öğrenecekti. Bilmiyordu gözünü kapatıp kendini geriye doğru bıraktığında sapasağlam onu düşmeden tutan bir adamın ona "güvenmeyi" öğreteceğini... Bir sonraki adımın ne olacağını hesaplamadan, emeklerken hayata karşı bir direnç gösterecekti. Eskiden çiçekleri sevmezdi bu kadın, erkek arkadaşlarının kendisine çiçek almalarından pek haz duymazdı. Meğerse kendisi daha hangi çiçeği sevdiğini bilmeyen bir kadındı. Yirmi altı yaşında en sevdiği çiçeği buldu . Mor lale... Çünkü o kadar çiçek içinde hiç kimse ona mor lale almayı düşünmemişti... O andan itibaren mor lale hariç ona verilmeye çalışılan hiçbir çiçek anlamlı gelmedi ,tıpkı o adamların kendisi gibi..
                 Her yerde zibil gibi türeyen, elini taşın altına koymaktansa, taşı sıkıp suyunu çıkarmayı yeğleyen adamlara hani "ıssız adam" triplerindeki şu gereksiz herifçiklere gülmeyi öğrenecekti...Bu da son günlerde sıfat oldu ya başımıza... Ah Çağan Irmak yaktın bizi.. Hatta hatta bu kadın zamanında maazallah onlardan bir benzerine aşık olmuşsa bir diğer vaka konusunda dersler çıkartıp tekrarlamayacaktı ... Kimsenin göstermelik sevgilisi değil, kalbi avuç içinde atan bir adamın diğer eli olacaktı... Damla sakızı kokusuna tarçın karıştıracaktı...Ama sahiplenmeyi de bilmeyen hiçbir adamı sahiplenmeyecek... Sevgisini paylaşma ve gösterme yol yordamını içselleştirememiş hiçbir adama kalbindeki tek bir damarı bile hoplattırmayacaktı... Gerekirse bir ömür evde kalıp mor lale'yi bekleyen deniz kızı kurusu olacaktı... Ama yine de güzel kalpli bir kadın olmaktan asla vazgeçmeyecekti...

Hani her yaşın bir güzelliği vardı ya işte en güzel anındaydı bu kadın..Bu arada laf aramızda ruhunu müziğe, bedenini de ritmin karşısındaki adama emanet etmeyen hiçbir kadın pekte iyi dans etmiyordur...