2 Haziran 2021 Çarşamba

Berceste

 

   

    Eylül’ün gelmesini istediğim gibi seni bekliyordum. Yıldızları saymışlığım kadar seni görmemişliğim var.  Oysa yeni keşfedilecek bir yabancı gibi de değildin? Birbirimize baktığımızda evimizi gördüğümüz iki yabancıydık. Adını aramadığımız belki de şimdiye kadar hiç tecrübe etmediğimiz bir şey. Görmek, dokunmak, hissetmek ve dahi duyabilmenin bile ötesinde bir başka duyusun. O kadar girift hislerin arasından yırtık pırtık kaçabilmiş, bilmem kaçıncı el kalplerimiz biliyordu. Neyi mi? Kalplerimiz birbirini gördüğünde gülümseyecekti. Sade bir "merhaba!" birbirimizden yoksun geçen otuzlu yılları barındıracaktı. O kadar çok anlatacağımız şey vardı ki Ay'ın tüm evreleri üzerimize düşecekti. Bir yıldız kayacak ve o andan sonra dilekler kimin umurunda olacaktı? Kalplerimiz çarpayazacaktı. Yaralarımıza üflemeyecek ama görmezden de gelmeyecektik. Çünkü onlar aynı yolda rastlaşmamıza sebep olmuş elem çiçeklerimizdi kabul. Çıktığım onca seyahatte aradığımı da aramadığımı da bulduğumu sanıyordum. Yalnızlığımı yine bir başka yalnızlıkla tamamlayabilecektim. Evvelce zaman önce yalnızlığımı anlayacağını düşündüğüm kalabalık ruhlara denk gelmiştim. Hâlbuki bu sefer iki yalnız tek bir yalınlıkta buluşacaktı. Belki de sadece bir sırt çantası ve tek gidiş bir bilet almaya cesaret etmeliydik o kadar basit o kadar derin bir mevzuydu.

25 Mart 2018 Pazar

MART DÜŞÜ


                                           

                     Begonvile dokunan güneşin zerresini bile kıskanır mı bir insan? Defne tozları dökülmüştü göz pınarlarıma.. Ateşböceklerinin sesleri aslında yaşamın gerçek amacını müjdeler gibiydi.Bir derviş der ki :  "İnsanın kendini bulması için varlığının etrafını tavaf etmesi gerekir." Hatta semazenlerin dönüş hareketleri de bu yüzden kendilerinin etrafındadır. Saçlarımda begonvilden taçlar. Ateşböcekleri bana bir masalı fısıldarken Cemal Süreya'nın vazgeçilmez mavilerinde kaybolageliyorduk. Bilinmezlikten gelen bir dalga, bilinen acılarımızı alsın ve bir daha geri getirmesin istiyorduk. İnsan dalga seslerini ninni yapıp kumun üzerinde uyumayagörsün uyandığında her şey başka olur. Evrene karışmıştır ya artık; her şey bir tutam peri tozuna bulanmış olur. Hele ki uyandığın sahil Ege'deyse. Neticede günün sonunda Ege bir masaldır. O anlatır sen iyi bir dinleyiciysen eğer. Hikayesi boldur, sabrın evvel zaman içindeyse eğer. O dokunur, ruhunun renklerini soldurmadıysan eğer. Ege bir rivayettir. Kalplerin ulak olup diyardan diyara çarptığı. Karmaşık hikayelerden sıyrılıp sadeleşebileceğini fark etmektir Ege. Bir zeytin ağacından öğrenecek ne çok şeyin var aslında der gibi biraz da. Peki bir defne ağacı sarıp sarmalar mıydı kaderimi? Yıldızların bu kadar net parlamaya cesaret edebildiği bir coğrafyada hangi duygu yapay olabilirdi ki? Geceye sığınan yüreklerdenim. Gecenin lütfunda kanatlanabilirim. Gecenin vesayetinde güne erebilirim. Bizler Tomris Uyar ve Lou Salomé familyasından olan kadınlardandık. Belki onlar kadar şanslı değildik. Karşımıza Nietzsche'ler, Turgut Uyar'lar, Rilke'ler, Cemal Süreya'lar,  Freud'lar, Ülkü Tamer'ler çıkmamıştı. Belki de bundandı Ege'ye sonsuz sadakatimiz. Bitmeyecek özgürlük ve kalemimize hayal gücü ekliyordu.. Asla yarım kalmayacak hikayeler vadediyordu... Ege 'de bir hikaye başlamışsa günün birinde mutlaka tamamlanmak içindi...Ben diye başlayan hikayeleri bize dönüştürmek içindi. Ege bozkırda nefes almak için çırpınan bir mart düşüydü. Rengarenk özgürlüklerden sana ebemkuşağıvari bir çatı yapmayı alenen düşleyendi.


24 Mart 2018 Cumartesi

UYU BEBEĞİM ANNEN BİR GÜN GELECEK YAD ELLERDEN


                 Büyüdük be üstat! Hep küçük kalacağımıza söz vermişken üstelik. Karahindiba çiçeğinin rüzgarla savrulan parçaları gibi evrene karıştık. Göz açıp kapayana kadar büyüdük üstat!! Kayıplar verecek kadar büyüyorduk! Kendimi, bundan sonra sevdiğim bir insanı paylaşacağım bir toprağı sularken buldum! Bir insan ailesinden kayıplar verirken büyüyor! Yaşlı ve hayatı uzun yıllar tatmış bir insanın kaybı bile ne kadar derin bir hüzün...  Halbuki süreç seni alıştırmaya çalışıyor. Yoğun bakım ünitesine girebilmek için maalesef ruhunuz çocuk kalamaz.. Büyümeniz lazım... Ne garip bir sürü bembeyaz saçlı yaşlı vardı hepsi makineye bağlı .. Gözleri kapalı olunca yaşlıları orada ayırt etmek ne zormuş. Gabriel Garcia Marquez yaşlılığın kendine has bir kokusu olduğundan bahseder. Ne kadar haklıymış içeride cidden tarifi mümkün olmayan bir yaşlılık parfümü..Doktorlar üç gündür hiç uyanmadığını söylediler...Üç gün önce gittiğimde makineye bağlı olduğu için kalem kağıdı işaret etmişti. Son yazdığı kelime titreyen harflerin bağırdığı  "ekmek" oldu. Yalnız yaşadığı için bahçe evindeki kedileri için yazdığını düşündüm. Kedilerini beslediğimi, rahat olmasını söyledim ve uyudu.. Başucuna geldiğimde bu üç gündür uyuyan yaşlı güzele baktım. Makine, onun çoktan ebediyete karışmış vücudunu zoraki yeryüzünde tutma mücadelesindeydi. Orada yatan doksan yaşındaki bir kadın değil de sanki minicik bir kız çocuğuydu. O an ona bir tek ninni söyledim içimden. Çünkü film şeridi devreye girmiş ve hayat başa sarmaya başlamıştı. O artık anılarıyla geriye yolculuk yapıp evrenle vedalaşıyordu. Üç gündür uyanmıyorsa anne şefkatine ihtiyaç duyuyordur diye düşündüm. Ninni ona huzur verebilirdi.. Büyükanne demek her zaman yanında olamadığın ama hep yanındaymış gibi sıcaklığını hissettiğin bir noktaymış. Bunu o hayattayken anlayamamak acı. Hiç evlenmemiş, hiç çocuğu olmamıştı, ben manevi torunuydum... Öğretmendi.. Koskoca bir bahçede korkusuzca tek başına yaşardı. Emekli olduktan sonra organik bahçe ürünlerini pazarda satmaya başlamıştı. Baktığımızda yalnızdı ama hayatımda başka kimsenin cenazesinde görmediğim bir kalabalık görmüştüm. Ne çok kişiyi okutmuş, ne çok kişiye selam vermiş, ne çok hikayeye dokunmuş... 
               Hani imam sorar ya: "Merhumu nasıl bilirdiniz?" diye. Kalbimden çok damla anı aktı o an. Onu beni omzuna alıp bahçede gezdirirken hatırladım ilk . Üstü açık bir balkon tuvaleti vardı. İçeriye bir kaç erikli dalı sarkardı. Kafanızı kaldırsanız ay dedeyle bakışırdınız. Öyle romantik bir balkon tuvaleti..Ama o böcekler yok mu??  Böceklerden korkmayım diye kapıda bekler,bana hikayeler anlatırdı . Raynaud hastalığı vardı. Parmakları şiş ve yaraydı. Acı çekmemek için  parmaklarına eskinin metal, ince, uzun ilaç şişelerini geçirirdi. Tim Burton'ın "Makas Eller" filmini ne zaman izlesem parmaklarındaki metal kutuları anımsarım. Sohbeti baldan tatlı yaşlılardandı. Anneannemle bir araya geldiklerinde Hacivat ve Karagöz ikilisi gibilerdi. Hep espriliydi, argoyu severdi... Bitmek tükenmek bilmeyen sonu hüzünlü aşk hikayelerimin bilançosunu bana çıkartmıştı:  "Bok boku kenefte, orospu orospuyu kerhanede, altın altını sarrafta bulurmuş ,eee be kızım sen altınken kenefin etrafında ne geziyorsun?" derdi. En sevdiği hayat derslerinden biri : Gençlikte am başa bela, güçlükte can başa belaymış". Tabi ki ne kadar haklı olduğunu onun yaşlarına gelince tecrübe edebilecektim. Kızılırmağın şırıltısında kurbağaların fiskoslarını dinlediğim, hamakta kitap okurken dut tırtıkladığım bahçeevinin yaşlı perisiydi. Kaybolmuştu... Evrene karışmıştı. Daha nicesini anlatamadığım hikayeler bırakmıştı yanımızda... Hep böyle mi olacaktı... Her geçen yıl birileri kaybolacak ve bizler anı koleksiyonu mu yapacaktık... Kaç kere bağrımızda kırk mum yanacaktı? Hangi sönen otuz dokuz mum o sona kalan bir muma imrenmeyecekti? Hanemin en yaşlısıyla vedalaşmıştım... "İyi bilirdik" kelimesi bir yumrukmuş ki boğazdan inmeyen.. İmam sorduğunda yutkunamıyorsunuz. "İyi bilirdik" kelimesi gözlerden akıyordu ... Biri yaklaştı o an yanıma.. Yan bahçeevinden bir komşuymuş...
- "Son haftalarında rahmetli sürekli bana ekmek sorardı" dedi.
- "Ekmek mi? Ekmek ! Hani şu son anında yazdığı kelime.. Kedileri için mi?" dedim..
- "Yok" dedi... İnsanlar ölmeden önce anlıyorlar herhalde öleceklerini diye mırıldandı. Son haftalarda hayal aleminde gibiydi. Sürekli anne ve babasını gördüğünü söylerdi.. Annem ve babama ekmek vermem lazım onlar yaşlı beslemeliyim onları bana ekmek getirin derdi" dedi.
O an, ona son gün söylediğim ninni geldi aklıma.. Demek son anda cidden anne ve babasını düşünmüştü. Ninniyi içimden mırıldanarak toprak anaya emanet ettim onu...

24 Temmuz 2017 Pazartesi

AEGEUS

                    Denizin ritmini dinliyordum.. Balıklar sarıverdi  birden etrafımı.. Balıklar bedenimizdeki yaralara dokunup giderler. Yaram da yok ki dedim kendi kendime.. Ne diye dokunuyorlardı bana hala diye düşündüm? Tabi üzerine toprak attığın yaralar sen onu görmezden geliyorsun diye yok olmuyordu. Farz ediyorduk ; hem de her şeyi.. Farz edelim aşıktık, sevmiştik,  inanmıştık, güvenmiştik,  acı çekmiştik,  iyileşmiştik, farz edelim unutmuştuk bir daha asla hatırlamamacasına... Defne yapraklarıyla kapattığım kırgınlıklarım sızlamıştı.. Kırmaya  gönüllü çok insana ben kendi adımlarımla yürümüştüm.. O yürüdüğüm korların  yanık kokusu yerini limon ağacının kekremsi ferahlığına bırakmıştı.. Ateş böcekleriyle sarmaş dolaş olmuş gecenin nefesindeydim. Bir yakamozun yamacında rüyaya dalmıştım. Kumlarsa yazın ki evim..Yel değirmenleri kanatlarım, dalga sesleri müziğim olmuştu... Ben sadece yeryüzünün kırgınlıklarını dillendirirmişim hep... Öyle ya sanki hep yeryüzünü kendimize kalıcı edinmişiz gibi... Evrendeki tek kırgınlık benliğimizde saklanır sanırız...Çığ gibi biriken kırgınlıklarımız bir tek bizi sarsar ve bir tek ruhumuzu yıkar farz ederiz. Demiştim ya hep farz ederiz..Tam bu esnada doğa devreye girer. Sallanırsın beşikteki bir bebeğin anılarına dönermişçesine. Bir uğultu duyarsın tanıdığın her sesten çok farklı bilmediğin bir dilde biri kulağına fısıldarcasına...Güvenle bastığın yer çatırdar. Hem de senin kalbinin çatırdaması da neymiş dercesine..O birkaç saniye sana on binlerce yıl gibi gelir.. Moderndik, hayatımız çok teknolojikti, her duyumuzu bir "e- ,@, ve # işaretlerinin yanında pazarlıyorduk.. Ama o sarsıntının hissi on binlerce yıl önceki histen farklı değildi.  Bu evrenin sadece sana bana değil tüm insanlığa haykırışıydı...  Ne benciliz, yanımızda isterse bir dolu insan olsun söz konusu evrense ne kadar yalnızız, ne kadar muhtacız.. O dakika sanır mısın ki bir Ceo şirketinin sorunlarını düşünsün, bir insan uyumaya devam edebilsin, biri fotoğrafının altını hashtaglerle doldursun...  Ne mümkün... Evren o dakika sana der: " Yaptığın her şey hatta varlığının bizatihi kendisi bile benim sana izin verdiğim an kadardır" diye.... O  an seni gerçekten düşünen insanlar simsiyah bir gecenin yıldızı gibi parlar. Çünkü sürekli ararlar sana bir şey olmuşçasına merakla... Sorguladığın "değer" kavramını  sana evren hatırlatır...Beni düşünen beri gelsin aklına gelemediklerim de öte gitsin... İşte tam o an bunların her birini yerin tam dibinde açılmış  çatlağa yollarsın... Yeryüzünde senin yanında yerleri yoktur artık...Hiç beklemediğin insanlar arar hiç beklemediğin kişilerin aklından geçmişsindir ne garip .... Cemal Süreya'nın dediği gibi cidden "Hayat kısaydı".... Sait Faik'in de dediği gibi "Dünyayı güzellik kurtaracak ve bir insanı sevmekle başlayacaktı her şey.. Doğru diyordu ama benim geldiğim bozkırlarda'Yalnızlık dünyayı doldurmuştu. Bir insanı sevmekle de başlamıyordu her şey.Orada her şey bir insanı sevmekle bitiyordu'. Sarsıntının ertesi günü bir haftadır tanıdığım bir teyze yanıma yanaştı: "Sen reçelleri pek bi sevdin diye sana iki kavanoz ayırdım eve götürecen mi?" dedi. Etrafıma baktım bozkırdan çok uzaktım doğru ya burası Egeydi... Dedemin ölmeden önce turunç reçeli yapıp gömüldüğü topraklar... Bu topraklarda gerçekten bir insanı sevmekle başlıyordu her şey... Evren tek hakikatim olmuştu.. Yine bana en doğruyu gösteren... O kesmek için can atılan zeytin ağaçlarının gölgesinde uyudum...Korkularımı dallarıyla savuşturdu.. Bu benim Ege masalımdır.. Bu evrene sığınma hikayemdir... 

14 Mayıs 2017 Pazar

GÜNCELLENİYORDU


                 Ben geldim desem nerelerdesin diye burun kıvırmaz mıydın bana? Kıvırmazdın insanın evi hiç neredeydin diye sorgular mı? Hoş geldin der gibi olmalısın. Hayat der gibi olmalıyım ben de. Anı biriktirmece içinde kaybolmuş gibiydim. Değişiyorum üstat ve daha da ilginci bunu kanıtlayabiliyorum. Daha önce okuduğum kitapları yeniden elime aldığımda her defasında kitaptan daha başka yerlerin altını çizerken buluyorum kendimi. Halbuki daha önce aynı yerleri okurken şuan çizdiğim satırları önemsememişim.  Ne garip değil mi? Her gün yaşadığın anılar sana başka satırların altını çizdiriyor. Başka yerler başka insanları,başka deneyimler başka satırları doğuruyor.... Başkalaşıyorum her gün.. Her aynaya baktığımda değişen yüz hatlarım gibi. Her gün eklenen yeni bir beyaz saç kadar başkalaşıyorum her gün.  Hata diye sorguladığım yanlış seçimlerim miydi? Yoksa seçtiğim insanlar mı yanlıştı yoksa yanlış yer yanlış zaman mıydı artık orasını hiç kurcalamıyorum.  Benim için her zaman çok değerli kalacak bir dostum şöyle demişti: " Upuzun bir yolda ilerliyoruz Deniz, bu yolda bazı insanlar bize bir yere kadar eşlik edecek. Sonra ister istemez bir yol ayrımına gelinecek. Gidenlere üzülme çünkü bir ileri yolda yenileri gelecek. Bazen de yollarının ayrıldığı insanlarla başka bir yolda yeniden rastlaşacaksın kim bilir" .. 
            Hayatımda çok şey değişiyordu ama bazı şeyleri heybemden hiç eksiltmiyordum. Tıpkı yalnızlığım gibi. O da yaptığım seyahatler gibi bir ibadete dönüşmüştü. Yeni insanlar tanıyıp acılar çekip sonunda oh demek için yalnızlığımda nefes almaya koşuyordum... Herkesin yalnızlığıyla bir dönem tanışacağı kesin. Kimi bunu yaşlılığında tadıyor, kimi çocukluğunda, kimi gençliğinde. Bundan kaçmak mümkün değildi . Eric Fromm der ki :" Ortak- yaşama bağlantısındaki kişi, başkalarıyla ilişki kurar ama ya bağımsızlığını yitirir ya da bağımsızlığın ne demek olduğunu hiç bilemez ve asla kendi olamaz. Yalnızlık korkusundan kendisini başka birinin bir parçası haline getirerek ya onun tarafından yutulur ya da onu yutarak kurtulur." Tabi buna sırtını dönmek istemeyip tüm evreni karşına almayı yeğleyenlerde vardı saygılar şelale.  Biriyle bir bütün olmayı belki bu yüzden hiç istemedim .  Kimse kimseyi yutmak zorunda olmadan ortak zevklerde ayrı bireyler olarak kavuşamaz mıydık? Yalnızlığımın ne kadar süreceği meçhul. Bu yüzden yalnızlığı hayatının bir yerinde tatmış ve onun değerini bilen tıpkı yalnızlık sahip olduğum tek şey diyen Kafka gibi  erdemli insanlarla yola devam ediyorum. Aslını istersen sıfırlıyordum her şeyi, herkesi... Yaz geliyor malum İç Anadolu'yu da terk etmeme çeyrek kala... Artık kokusu çıkmaya başlamış hiçbir ilişkiyi, hiçbir dostluğu uzatmıyorum. Eskiden de uzatmazdım.. Son 5 yıldır öyle bir pis huy edindim. Yaş ilerledikçe bazı şeylere arkanı dönüp gitmek eskisi kadar pek kolay olmuyordu sırf bu yüzden artık bana yaramıyorsun Ankara.  Bazen on dokuz yaşımdaki Deniz'e rastlıyorum içimde.. Arada ellerimiz çarpıyor selamlaşıyoruz.. Bazen de " kumaşı geç olsun güç olmasın olan kararlarımda beni çok sevdiğini söylüyor .... Değişiyordum üstat üstelik bu sefer kırlangıçların göç etmesini bekleyemeyecek kadar hızlı... Gökyüzünde az önce bir ördeğe benzettiğim bulutun iki dakika sonra dağılıp yepyeni bir şekil alması gibi.....Aynı nehirde iki kez yıkanamamacasına Efesli Heraklitos'a  selam edercesine değişiyordum. 

31 Ocak 2017 Salı

AL TAKKE VER KÜLAH


                          Esrimek diyorduk akademi de.. Zihnini ve  hayalleme gücünü bu evrenin dışına seyahate çıkarmaktı. Basitçe düşlemekti. Zaten neden her basit kavramı zorlaştırarak anlatırız akademi de bilmem. Belki de egomuzu diplomalandıran mazoşistlerdik. Bizlerin benlik gelişimi içten dışarı doğru bir sarkaça bağlıydı.Bazen de dıştan içeri doğruydu. Dolayısıyla iç dünyamızı beslemek için dış dünyaya ihtiyaç duyuyor ve gittikçe gidesimiz geliyordu.  Yeni yerler, tanımadığın insanlarla yaptığın paylaşımlar seni bir adım evrenin dışına götürüyordu. Bilmediğin yerlere giderken  yanına alman gereken tek şey benliğin ve onun için bugüne kadar yaptığın anı yatırımlarıydı falan filan. Soğuk kış günü elimdeki kalem ve kağıdı bırakıp, pardon sıcak çikolata varsa alabilir miyim dedim. Aaa ama tarçınlı olsun lütfen diye de ekledim. Pansiyonun sahibi çok serapa bir hanımefendiydi. Zarif çehresi yaşamı görmüş geçirmiş izlerle doluydu. Mis gibi kokan sıcak çikolatamı kendisi getirdi ve "küçük hanım size eşlik edebilir miyim?" dedi.. "Tabi lütfen" dedim. "Yalnız mısınız" dedi? İlginç bir soruydu. O an için mi yalnızdım yoksa gerçekten de yalnız mıydım cevabı bir türlü bulamadım. "Bazı sorular bazı anlarda cevabı verilemeyecek kadar karışık" dedim. Minik bir tebessümde bulundu. "Aslında herşey basit ve net" dedi. " Cevap anlarda gizli.Şuan da yanınızda mı?"dedi. "Yok ama kendince sebepleri var" dedim. "Ah küçük hanım sebep mi? Sevgi sebepsizce sevdiğinin peşindedir.  Sevgi her boş anın peşindedir. Hiç bir anı ıskalamak istemez keza aşkta öyle.. Sizin sebep dediğiniz sizsizliğin bahanesidir.  Sizi ondan daha az seven insanlarla karşılaştınız değil mi?"dedi. "Evet" dedim.  "Ama sizi ondan daha fazla seven insanlarla da karşılaşmışsınızdır?"dedi. "Eeee onlar da hayatımda oldu tabi" dedim. "Her ikisini de tatmış bir insan olarak tavsiyeye ihtiyacınız yok? Emareler size yol gösteriyor zaten. Kendini iyileştirirken hızla kaybediyordu hayatına dahil ettiği sizi.. İşin daha acı tarafı, o bunun zaten çok farkındaymış gibi bir tavırda. Sizin için çabalamayan, sizi hızla kaybetmeye göze almış biri için sizin yapabileceğiniz tek bir şey kalıyor küçük hanım. Pansiyonumun tadını çıkarmak ve bol bol kumsalda oturup dalgaların alıp götüren bazen de götürüp geri getiren devinimini izlemek"dedi. Buradaki son günümdü...Kumsala geçtim dalga seslerini dinlemek için.. 
                Hayata Marquis de Sade tarafından bakmak lazımdı. En çılgın, en sıradışı, en ben tarafından arkamızda yangınlar bırakırcasına ..Ama severken hayata Cemal Süreyya tarafından bakmak lazımdı. En kırılgan, geçmişi unuttururcasına, parmak uçlarından öpercesine... Cemal Sürayya'nın tabiriyle bir şehir hayalleyin içinde senin olduğun benim olduğum bizim olmadığımız. Onun aklının ucuna oturup kendinizi beklediğiniz ama bir türlü oradan geçmediğiniz bir adam tahayyül edin.  Arkasında dev kırgınlıklar bırakırken hiç umursamayan ama konu kendi kırgınlıklarına geldiğinde zamanın avantajlı kaçamağına sığınıp kendisini saklayan... Kırgınlıklar bile karşılıklı bir telafiyle sarılır.. Tek taraflı çabalar da bir süre sonra yeterli değildir. Sen çabalarken ayıp olmasın diye sana sunulan kahve sana samimi gelmez içmeden dökersin... Çünkü hayatında uzun süredir olan bir adamın en azından kahve ve çay türevlerini sevmediğini, kahve içsen bile şekersiz değil iki şekerli içtiğini bilmesini beklersin... İş yerindeki sıkıntılarını veya güzel anlarını bile paylaşırken seni dinlemeyecekse, küsken bazen gururunu kenara atıp ilk o yazamayacaksa, hep karşıdan bekleyecekse bu durumda sen neredeydin? Gabriel Garcia Marquez şöyle der : "Seni sen olduğun için değil,seninle birlikte olduğumda ben olduğum için seviyorum."Defalarca bu cümlenin bir benzerini ondan duyduğum için, ben karşımdakine bu duyguyu yaşattığımı düşünüyorum. Peki ya o, yanındayken beni ben gibi hissettiriyor muydu? Ben her paylaştığım, benden olan şeyin sonra dönüp dolaşıp bir kavga esnasında beni yeniden yaralaması için kullanılmasını dilemezdim.. Çünkü böyle durumlarda insan kendisinden bir parça daha paylaşmak istemiyor ve susmayı tercih ediyor..  Aslında susmalarım, Ernest Hemingway'e katıldığım içindi. Tepki vermeden önce düşün. Harcamadan önce kazan. Eleştirmeden önce bekle.Vazgeçmeden önce de dene. Sanırım yeterince adım atmış ve yeterince denemiştim. En kolay şeyin soğan ekmek olduğunu bilen ama hala onu çiğnemeden yutma umudunda olan birini hayal edin ya da vazgeçtim etmeyin, öyle ya madem karşıdaki bunu diliyor onu usulünce zamana bırakın, bırakın usulca zaman alsın onu... Değer gördüğün kadar değer diyin.Olduğu kadar olmadığı kader deyin.. veee zamandan hızlı hareket edip geçin  ... Esrimenin de bir geri dönme hali vardı. Al takke ver külah hali...Dönerken madem en değerli olan şey anıydı bu tatil çok tatildi ve bol anı biriktirmeceliydi.... Çok mutlu ve bol enerjikli bir benle dönüyordum..


23 Ocak 2017 Pazartesi

İPEK ATIFLAR



                  Aylardır yokum. Birşey arıyordum. Bu zamana kadar kimsenin,hiçbir uygarlığın hiç bir yüzyılında keşfedemediği, net tanımını bulamadığı birşey.. Siz diyin aşk ben diyim sevgi..Kalbinin en mistik noktalarında hep yanan mumlarla dolaşan kadınlar vardır hayatta. Aşk onlar için bir inançtır. Mumla kendilerini aşka adarlar. Aşktan yoksun bir duygu olurda yanaşmaya çalışırsa çeperlerine, yürek tapınağına saygısızca tükürülmüş kadar vahşileşebilirler. Aşkın haricinde hiçbir duyguya sığınmazlar aksi bir duygunun çeldiriciliğine kanmazlar bile. Başka bir duygunun yapaylığındansa  yalnızlık onlar için bir lavanta bahçesidir sonu kendi özlerine çıkan. Aşk kamil-i kıyas olmayandır. Turist Ömer'deki Ruknettin'in vurgulu ses tonundaki  Bedia'dır. Gülen Gözler'deki Fikret'i mütemadiyen isteyen Vecihi'dir. Sevmek Zamanın'daki Meral'in resmine umarsızca kapılan Halil'dir. Bu ipek dokunuşlarla seven insanlarla büyüdük usta. Durum böyle olunca hayattan aşka dair beklentilerimizde hep ipek dokunuşlarına atıf niteliğindeydi. Bilemedik hiçbir duygunun hoyrat yüzünü. Hırpalayamadık bize atılan adımları. Hep umduk ne bulacağımızı bilmeden. Annemin masal diye mırıldandığı "İlham Gencer'in Bak bir varmış bir yokmuşu ile tanışmıştım aşkla. Nedense annem şarkıyı bir noktada keserdi. Ben de uzun yıllar şarkıyı bir sabah erkenden iskelede bir genç kıza rastlayan delikanlının kızla arasındaki aşkını anlatıyor diye biliyordum... Üst üste aşktan fazla hançer yediğim dönemler bir gün tesadüfen bu şarkıyla tekrar karşılaştım. Ben şarkı benim bildiğim yerde bitiyor sanırken ikinci kısmıyla o an tanışmıştım. Kesilen ikinci kısım mutsuz sonla biten bir aşkı gösteriyordu. Bekleyen kız ama bir türlü gelemeyip yaya kalan adam. Elini çabuk tutup sevdiği kızı kapan başka bir adam ...Bu şarkıda kim kazanmıştı aşk mı sevgi mi? O an nedense aklıma Asya geldi.Düşündüm Asya gerçekten ne anlatmak istiyordu bize :"Sevgi neydi sevgi emek miydi?" Emeğe gidiyordun ama neden hala geriye dönüp aşka bakıyordun Asya.. Mutlu olabilmiş miydin attığın adımların sonunda..Cemşid'e güvenmiştin. Aşktan yine kazık yemeye cesaret edemeyecek kadar hem de... O dakika aşk bir Kızılay simidi gibi canlandı gözümde...Hani özlersin ve o  pekmezden kavrulmuş edasına çalan susamlı simide yumulursun ya işte öyle. Kendini durduramasın ve ivedilikle tüketirsin onu. Tatmin olmuşsundur ama neticede her güzel şey gibi onun da sonu gelmiştir.. Damağında hoş bir tatla terk etmiştir seni. Aynaya geldiğin an, gülümsediğinde asıl hasarla karşı karşıya kalırsın. Tüm dişlerinin arası istemsice siyah siyah susamla dolmuştur ve fırçalamadığın takdirde uzun bir süre gülemezsin ve dahi ağzını bile açmak istemezsin.. Bir çeşit aksiyon ve reaksiyon yani etki ve tepki gibiydi.  Yirmi altı yaşında en sevdiği çiçek olan Mor lale'yi bulmuş birisi olarak hayata bakış açım hala salıncakta sallanıyor gibiydi ama birşey netti: Ne olacaksa geç olsun güç olmasındı. Aşkla çok karşılaşmıştık da ben sevgiyle yolda karşılaşsam tanımayacak kadar cahildim be usta? Bir erkek nasıl severdi bir kadını? Bence Ruknettin'in,Vecihi'nin ve Halil'in aşk hislerinden çok aykırı değildi sevgi.. Ne zaman ayrılmıştı sevgi aşktan... Kim ayırmıştı onları.. İlla sevginin ortaya çıkabilmesi için aşkın evrim geçirip ortadan yok mu olması gerekiyordu.Bir arada gitmiyor muydu ? Neydi bizi yağmuru mu daha çok seviyorsun karı mı daha çok seviyorsun sorusuna iten duygu... Hangisi aşktı hangisi sevgi, seni iliklerine kadar ıslatıp içini toprak kokusuyla ferahlatan mı yoksa bembeyaz yumuşaklığıyla kışın bile içini ılıklaştıran pamuk taneleri mi? Ya da hiç yapmam dediğin şeyleri yapmak... Biri için çabalamak..Kaçırmamak hep yanında tutmak.. İşte böyle usta yine çok karışıktı evren...Tek tesellimiz sıradan olmamaktı... Hiçbir duyguyu sıradan yaşamamaktı. Alabildiğince düşlemek en baştan beri ben değil biz olmaktı ...