Dünya’ya gönderildik,masumduk,tek
bildiğimiz kir oyun oynarken sıçrayan çamurlardı,banyo yapardık o da kolayca
geçerdi,kurtulurduk hepsinden,boyumuz uzadıkça aklımızda yol aldı,nefes alarak
büyüdük,hayatımıza bizim haricimizde insanlar dahil olmaya başladı.Kimi için
biz çamur olduk , kimi bize çamur oldu,değiştik… Halbuki her şey Darwin’in
evrim teorisiyle başlamıştı. Günler,aylar,yıllar
içerisinde maymundan az hallice bir hal almaya başladık.Hem duyular dünyasına
hem düşünülür dünyaya ait olduk.Böylece yaşamın ilk ruhsal fenomeni olduk.Aklımızda
bir şeyler şekillenmeye başladı,hayalleme mekanizmamız süratle haykırmak istedi.Dillendiremedik,başta
böğürdük ama yine de anlaşabildik.Ateşler yaktık yüreklerimizi ısıtmak
için,dans ettik ruhumuzu özgür bırakmak adına.Biraz modernleşelim istedik
duvarlara resimler çizerek dertleşmeye ve ölümsüzleşmeye çalıştık.Sonra toplu
yaşayamadık illa ayrımcılık yapmamız gerekti.Rengimizi,gözümüzü,dilimizdeki ifade
biçimlerimizin farklılığını öne sürdük gruplaştık.Descartes’in tabiriyle
düşünüyoruz o halde varız olduk.Kan ve ter dökerek kara parçalarını
adlandırdık,bizi ifade ettiğini düşündüğümüz renklerle temsil ettirdik bu kara
parçalarını.Bundan da memnun kalamadık.Savaşmayalım sevişelim dedik.Çoğaldık …
Güvenmek istedik birbirimize.Orta
Asya’da savaşın ok ve yayla yapıldığı dönemlerde,Türk savaşçılar sırtlarını
güvende olacakları taşlara yaslayarak savaşırlarmış.Bu yüzdendir ki dost
kavramı sırtını güvenle yaslayabileceğin arka taş anlamından gelen "arkadaş"
kelimesini dünyaya getirmişti.Bizde sırtımızı yaslayabileceğimiz arkataşlarımız
olsun istedik ama sınıfta kaldık.Netice de Charles Bukowski’nin de tabiriyle ağzından bal damlayan arının bile kıçında iğnesi vardı ne güveninden
bahsediyorduk biz?O zaman içimizi bir bencillik duygusu kapladı esasında
hepimiz yalnızdık bu hayatta.Bunu en çok acı çekerken anladık.Bireysel
isteklerimiz çığ gibi büyüdü egomuzdan gözümüz kimseyi göremez oldu.Kendimiz
haricindeki herkese biraz Diyojenleşelim
gölge etme başka ihsan istemem dedik.Hepimiz bir trilyon hücreden
oluşuyorduk ama hiçbirimiz aynı değildik. Her şeye bahane bulmaya
başladık.Güneşi gördükten sonra ayı sevemez olduk.Bencilliğimiz yürürken kendi
gölgemize bakmaktan gökyüzünün ve yeryüzünün rengini unutturdu.Halbuki hepimiz
benzer kaderleri paylaşıyorduk.Mavi bir gökyüzü, kahverengi bir toprak arasında
mekik dokuyor, voltalar atıyorduk.Ne başka bir gezegene gidebiliyorduk ne de
kaldığımızdan zevk alabiliyorduk.Neydik, ne olmuştuk ve daha da önemlisi ne
olacaktık?
Akla sahiptik ama sahip
olduğumuz bu akılla düşündüklerimizi edimselleştirememe potansiyeline sahip tek
varlıkta yine bizdik. Dünyayı ikna edebilmek için bilincimiz vejetaryenlik
istiyordu ama bilinçdışımız bir parça et için çıldırıyordu.Peki biz insanlar ne
istiyorduk? Yani anlayacağınız düşünme özelliğine sahip olmamız da bizi
hayvansal yanlarımızdan kurtarmaya yetmedi biraz yonttu ama yeni bir şaheser
yaratamadı. Georges Perec bir kitabında insan olmaktan işte böyle şikayetçi
olmuştu : “ Keşke insan türüne ait olmak, o dayanılmaz ve sağır edici gürültüyü
de beraberinde getirmeseydi; keşke hayvanlar âleminden çıkıp aşılan o birkaç
gülünç adımın bedeli, sözcüklerin, büyük tasarıların, büyük atılımların o
dinmek bilmeyen hazımsızlığı olmasaydı! Karşı karşıya getirilebilen
başparmaklara, iki ayaküstünde duruşa, omuzlar üzerinde başın yarım dönüşüne
fazla ağır bir bedel bu.”
Dünya kendi etrafında dönüyordu.Oluştuğu
ilk yedi günde sahip olduklarıyla o çok mutluydu; ta ki biz gelip düzenini
bozana kadar.Eğer Darwin'in dediği gibi bir evrim çizelgesinden geçtiysek belki de hiç
evrimleşmemeliydik.Bize bir şans verselerdi maymun hale dönmeyi kabul eder
miydik orası muamma!! Ama bunu en güzel Shakespeare açıklamış: “Dümdüz gitmek
korkunç, geri dönmek de utandırıcı.Yani kendimize bir emir verdik ve korku
aklımızı başımıza getirdi”…