22 Kasım 2015 Pazar

PADAM MADAM DAM

Sevilmez mi dersiniz katran karası geceler, hele ki yerin yüzüne bürünmüşse. Gecenin karanlığı,  hayattan çalacağımız zamanı bırakmıştı avuçlarımıza...Ben perdemi araladığımda evren uykudaydı. Geçen üç koca yılın ardından çanlar benim için çalıyor ve beni Adana'ya davet ediyordu. Öyle ya kebap festivali üzerime bir türlü oturmayan vejeteryanlığı sonlandırmam için çok geçerli bir sebepti. Gideceğim gün yaklaştıkça benim de anılarım birer ikişer damlamaya başladı. Ne ilginçtir ki ilk gözümde canlanan anım: "Annemle babamın beni Adana'ya bıraktıktan sonra arabayla uzaklaşmalarını arkalarından seyrettiğim andı". Yirmi altı yıllık hayatımda tek çocuk oluşumu hissettiğim tek gündü. İçinde olduğum binalar devasalaşıyor ben karınca misali minyatürleşiyordum. Yapayalnız bir şekilde yurda gelmiştim. Kapıyı açıp kalacağım yere doğru ilerledim. Yedekte kaldığımız  prefabrik binada otuz kişi vardı. Dünyada yapayalnız olduğumu fark ettiğim o ilk an, yerini otuz kız kardeşe bırakmıştı. Bir insanı sevmenin ırkı,dini, dili, mezhebi olmadığını öğrendim.  Nazım Hikmet'in kulakları çınlasın öğrendim"Yaşamayı bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine"

           
   O zamanlar kabanımın cebimde sevdiklerime dağıtmak için renkli boncuklar ve de tek bir şeffaf boncuk taşırdım. Bir adama aşık olurken avucuna küçük, şeffaf bir boncuk bıraktığımı ve o adamın, kaybolması kolay o küçük şeffaf boncuğu yıllarca muhafaza edebildiğini gördüm. Bir adamın gerçekten aşıksa gözleriyle bile sevebileceğini öğrendim. Benim kendimi korumama gerek kalmadan, onun beni kendinden bile koruyabileceğini öğrendim. Alışkanlığın aşk değil, sevgi değil bambaşka birşeye dönüşebildiğini öğrendim. Bir dostum aşk acısı çekerken onun acısını canıma katıp sabaha kadar oturup ağlamayı öğrendim.  Her yeni bir yaşta, aşkın yüzünün değiştiğini öğrendim. Gelen evlilik tekliflerine şaşırmayı, oğluna aşırı düşkün bir anneyle tanışıyorsanız daha masaya oturmadan topuklamanız gerektiğini  öğrendim.  Arapça ve Kürtçe "nasılsın,iyiyim, canımın içi, atın ölümü arpadan olsun gibi cümlelerin yanında  ağız dolusu küfürler öğrendim. Aynı zamanda  dibine kadar Fransızca konuşmayı ve Erasmus öğrencisi olarak  onların kültürlerini öğrenmeden önce gerçekten bir ortamda Fransız nasıl kalınırmış onu öğrendim. Okulun ilk haftası öğrendiğim kelimelerden biri olan "la pomme de terre" yani amiyane tabirle "patates"i çığlık atarak sayıklarken;  yabancı bir dilin ikinci ana dile dönüşmesinin rüyadan anlaşılabileceğini öğrendim. Final zamanı boş masa bulamayınca büyük bir hırsla iki ranzanın arasına tüneyip bir dolabın üstünde saksağan misali çalışmayı öğrendim. Dünyadan ayrılarak güneşe daha yakın bir konuma terfi eden bir memlekette okuyorsanız her an bir hamamböceğiyle göz göze gelebileceğinizi ve sizi bu konumdan büyük sevinç çığlıklarıyla ödevi için denek arayan bir ziraat mühendisinin kurtarabileceğini öğrendim.  Bankamatik, kartınızı yuttuğunda dünyanın sonunun gelmediğini, kimle tanışırsam tanışayım onlarla asla saygısızca ayrılmamam gerektiğini, eğlencesine fal baktırmaya giderken, gözünün altı mor bir falcıya denk gelip ellerim titreyerek nutkumu tutturmayı öğrendim. Mahalle aralarında en pis ama en lezzetli kebabı yemek istiyorsan, sağı solu fazla incelemeden, tabağın bile olmadığı bir yerde çatal bıçak istememeyi öğrendim. Palmiyenin yapraklarının inanılmaz sert olduğunu ve birine sinirlenip eğer ona asılırsanız onunla birlikte havada asılı kalabileceğinizi öğrendim. Rakı şalgam ikilisinin sohbetin, dertleşmenin,paylaşımın bir mezesi olduğunu, katranı kaynatsan olur mu şeker, olmadık yok duyulmadık çok ,hem nalına hem mıhına, yılan yerde biz ayakta sürünüyoruz,  deveye diken... yaranır, ne edersen kendine edersin kendi kendine  demeyi öğrendim. Adana'da yağmur yağıyorsa donuna kadar  ıslanmayı  kabullenmeyi, şemsiyenin gereksiz olduğunu,  kaçak telefonlar,makyaj malzemeleri, mp3lerin satıldığı Çakmak caddesinde pazarlık yapmayı, bilhassa konserlerde biber gazını aktif kullanmayı öğrendim. Keyifli yolculuk için Balcalı muavinlerini gözlemlemeyi, Dilberler sekisini San Francisco'ya benzetmeyi, çamaşır suyuna hipo denildiğini, tatsız nişastadan bici bici denilerek tatlı yapıldığını, ben çimmeye gidiyorum denilirken banyonun kastedildiğini,keleş deniliyorsa küfür değil sana güzel denilmek istendiğini, tek gözünü kısarak bir elini sallayarak canım sen hayırdır ya diyerek atarlanmayı öğrendim. Şırdandır, kokoreçtir, katıktır, kebaptır, lahmacundur, yağda közlenmiş soğandır,sarımsaktır,acılı ezmelerdir, sınırsız mezedir derken tiksinme eşiğimin ne kadar yüksek bir yerde olduğunu keşfettim.  Dostluğun lafla değil canla ortaya konulduğunu, aldığın yanlış kararların sonucunu çekerken olsun be kardeşim hayatın tam olarak neresinde kalmıştık diyen arkamı güvenle yaslayacağım taşlarım olduğunu, hayatta hiç bir şeyden pişman olmamam gerektiğini, gittiğim her yerde anılarımın önümde defile yapacağını, o an her neredeysen oranın senin damın, yuvan olduğunu öğrendim.  Derken gel zaman git zaman bu öğrendiklerimi yanıma alarak ne istediğini bilen büyük biri olarak Ankara'ya gelmiştim..Halbuki artık olgunlaştığım bu üç yılın, beni büyüten 5 yıldan daha çok hırpalayacağını, değerlerimin sınanacağını, yolumu kaybettirmek amacıyla saçmalıklarla karşılaşacağımı bilemezdim. Ne garip!!! Bu sene yine Ankara'da her şeyi arkasında bırakıp hiç bilmediği bir yer olan Adana'ya koşarak kaçan o, on yedi yaşındaki küçük kadın gibi hissediyorum. Ankara'yı temelli terk etmeden önce uğramam gereken ve beni yeniden misafir ederek bana beni hatırlatacak yerler var. En başta ailesinin arabayla gidişini arkalarından izleyen yapayalnız minik kızı yeniden görmem lazım. Sonra o yalnızlığı ondan söküp alan, ona nefes olan güzel insanların gözlerine tekrardan bakmak ve onlara tüm kalbimle sarılmak istiyorum...