Sevilmez mi
dersiniz katran karası geceler, hele ki yerin yüzüne bürünmüşse. Gecenin
karanlığı, hayattan çalacağımız zamanı
bırakmıştı avuçlarımıza...Ben perdemi araladığımda evren uykudaydı. Geçen üç
koca yılın ardından çanlar benim için çalıyor ve beni Adana'ya davet ediyordu.
Öyle ya kebap festivali üzerime bir türlü oturmayan vejeteryanlığı sonlandırmam için
çok geçerli bir sebepti. Gideceğim gün yaklaştıkça benim de anılarım birer
ikişer damlamaya başladı. Ne ilginçtir ki ilk gözümde canlanan anım: "Annemle
babamın beni Adana'ya bıraktıktan sonra arabayla uzaklaşmalarını arkalarından
seyrettiğim andı". Yirmi altı yıllık hayatımda tek çocuk oluşumu hissettiğim
tek gündü. İçinde olduğum binalar devasalaşıyor ben karınca misali minyatürleşiyordum.
Yapayalnız bir şekilde yurda gelmiştim. Kapıyı açıp kalacağım yere doğru
ilerledim. Yedekte kaldığımız prefabrik
binada otuz kişi vardı. Dünyada yapayalnız olduğumu fark ettiğim o ilk an, yerini
otuz kız kardeşe bırakmıştı. Bir insanı sevmenin ırkı,dini, dili, mezhebi
olmadığını öğrendim. Nazım Hikmet'in
kulakları çınlasın öğrendim"Yaşamayı bir ağaç
gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine"
O zamanlar kabanımın cebimde sevdiklerime
dağıtmak için renkli boncuklar ve de tek bir şeffaf boncuk taşırdım. Bir adama
aşık olurken avucuna küçük, şeffaf bir boncuk bıraktığımı ve o adamın, kaybolması
kolay o küçük şeffaf boncuğu yıllarca muhafaza edebildiğini gördüm. Bir adamın gerçekten
aşıksa gözleriyle bile sevebileceğini öğrendim. Benim kendimi korumama gerek
kalmadan, onun beni kendinden bile koruyabileceğini öğrendim. Alışkanlığın aşk
değil, sevgi değil bambaşka birşeye dönüşebildiğini öğrendim. Bir dostum aşk acısı
çekerken onun acısını canıma katıp sabaha kadar oturup ağlamayı öğrendim. Her yeni bir yaşta, aşkın yüzünün değiştiğini
öğrendim. Gelen evlilik tekliflerine şaşırmayı, oğluna aşırı düşkün bir anneyle
tanışıyorsanız daha masaya oturmadan topuklamanız gerektiğini öğrendim. Arapça ve Kürtçe "nasılsın,iyiyim,
canımın içi, atın ölümü arpadan olsun gibi cümlelerin yanında ağız dolusu küfürler öğrendim. Aynı zamanda dibine kadar Fransızca konuşmayı ve Erasmus
öğrencisi olarak onların kültürlerini
öğrenmeden önce gerçekten bir ortamda Fransız nasıl kalınırmış onu öğrendim.
Okulun ilk haftası öğrendiğim kelimelerden biri olan "la pomme de
terre" yani amiyane tabirle "patates"i çığlık atarak sayıklarken;
yabancı bir dilin ikinci ana dile dönüşmesinin
rüyadan anlaşılabileceğini öğrendim. Final zamanı boş masa bulamayınca büyük
bir hırsla iki ranzanın arasına tüneyip bir dolabın üstünde saksağan misali
çalışmayı öğrendim. Dünyadan ayrılarak güneşe daha yakın bir konuma terfi eden
bir memlekette okuyorsanız her an bir hamamböceğiyle göz göze gelebileceğinizi
ve sizi bu konumdan büyük sevinç çığlıklarıyla ödevi için denek arayan bir ziraat
mühendisinin kurtarabileceğini öğrendim. Bankamatik, kartınızı yuttuğunda dünyanın
sonunun gelmediğini, kimle tanışırsam tanışayım onlarla asla saygısızca
ayrılmamam gerektiğini, eğlencesine fal baktırmaya giderken, gözünün altı mor
bir falcıya denk gelip ellerim titreyerek nutkumu tutturmayı öğrendim. Mahalle
aralarında en pis ama en lezzetli kebabı yemek istiyorsan, sağı solu fazla
incelemeden, tabağın bile olmadığı bir yerde çatal bıçak istememeyi öğrendim. Palmiyenin
yapraklarının inanılmaz sert olduğunu ve birine sinirlenip eğer ona asılırsanız
onunla birlikte havada asılı kalabileceğinizi öğrendim. Rakı şalgam ikilisinin sohbetin,
dertleşmenin,paylaşımın bir mezesi olduğunu, katranı kaynatsan olur mu şeker,
olmadık yok duyulmadık çok ,hem nalına hem mıhına, yılan yerde biz ayakta
sürünüyoruz, deveye diken... yaranır, ne
edersen kendine edersin kendi kendine demeyi öğrendim. Adana'da yağmur yağıyorsa donuna
kadar ıslanmayı kabullenmeyi, şemsiyenin gereksiz olduğunu, kaçak telefonlar,makyaj malzemeleri, mp3lerin
satıldığı Çakmak caddesinde pazarlık yapmayı, bilhassa konserlerde biber gazını
aktif kullanmayı öğrendim. Keyifli yolculuk için Balcalı muavinlerini
gözlemlemeyi, Dilberler sekisini San Francisco'ya benzetmeyi, çamaşır suyuna
hipo denildiğini, tatsız nişastadan bici bici denilerek tatlı yapıldığını, ben
çimmeye gidiyorum denilirken banyonun kastedildiğini,keleş deniliyorsa küfür
değil sana güzel denilmek istendiğini, tek gözünü kısarak bir elini sallayarak
canım sen hayırdır ya diyerek atarlanmayı öğrendim. Şırdandır, kokoreçtir,
katıktır, kebaptır, lahmacundur, yağda közlenmiş soğandır,sarımsaktır,acılı
ezmelerdir, sınırsız mezedir derken tiksinme eşiğimin ne kadar yüksek bir yerde
olduğunu keşfettim. Dostluğun lafla
değil canla ortaya konulduğunu, aldığın yanlış kararların sonucunu çekerken olsun
be kardeşim hayatın tam olarak neresinde kalmıştık diyen arkamı güvenle
yaslayacağım taşlarım olduğunu, hayatta hiç bir şeyden pişman olmamam
gerektiğini, gittiğim her yerde anılarımın önümde defile yapacağını, o an her
neredeysen oranın senin damın, yuvan olduğunu öğrendim. Derken gel zaman git zaman bu öğrendiklerimi
yanıma alarak ne istediğini bilen büyük biri olarak Ankara'ya
gelmiştim..Halbuki artık olgunlaştığım bu üç yılın, beni büyüten 5 yıldan daha
çok hırpalayacağını, değerlerimin sınanacağını, yolumu kaybettirmek amacıyla
saçmalıklarla karşılaşacağımı bilemezdim. Ne garip!!! Bu sene yine Ankara'da her
şeyi arkasında bırakıp hiç bilmediği bir yer olan Adana'ya koşarak kaçan o, on
yedi yaşındaki küçük kadın gibi hissediyorum. Ankara'yı temelli terk etmeden
önce uğramam gereken ve beni yeniden misafir ederek bana beni hatırlatacak yerler
var. En başta ailesinin arabayla gidişini arkalarından izleyen yapayalnız minik
kızı yeniden görmem lazım. Sonra o yalnızlığı ondan söküp alan, ona nefes olan
güzel insanların gözlerine tekrardan bakmak ve onlara tüm kalbimle sarılmak istiyorum...