22 Kasım 2015 Pazar

PADAM MADAM DAM

Sevilmez mi dersiniz katran karası geceler, hele ki yerin yüzüne bürünmüşse. Gecenin karanlığı,  hayattan çalacağımız zamanı bırakmıştı avuçlarımıza...Ben perdemi araladığımda evren uykudaydı. Geçen üç koca yılın ardından çanlar benim için çalıyor ve beni Adana'ya davet ediyordu. Öyle ya kebap festivali üzerime bir türlü oturmayan vejeteryanlığı sonlandırmam için çok geçerli bir sebepti. Gideceğim gün yaklaştıkça benim de anılarım birer ikişer damlamaya başladı. Ne ilginçtir ki ilk gözümde canlanan anım: "Annemle babamın beni Adana'ya bıraktıktan sonra arabayla uzaklaşmalarını arkalarından seyrettiğim andı". Yirmi altı yıllık hayatımda tek çocuk oluşumu hissettiğim tek gündü. İçinde olduğum binalar devasalaşıyor ben karınca misali minyatürleşiyordum. Yapayalnız bir şekilde yurda gelmiştim. Kapıyı açıp kalacağım yere doğru ilerledim. Yedekte kaldığımız  prefabrik binada otuz kişi vardı. Dünyada yapayalnız olduğumu fark ettiğim o ilk an, yerini otuz kız kardeşe bırakmıştı. Bir insanı sevmenin ırkı,dini, dili, mezhebi olmadığını öğrendim.  Nazım Hikmet'in kulakları çınlasın öğrendim"Yaşamayı bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine"

           
   O zamanlar kabanımın cebimde sevdiklerime dağıtmak için renkli boncuklar ve de tek bir şeffaf boncuk taşırdım. Bir adama aşık olurken avucuna küçük, şeffaf bir boncuk bıraktığımı ve o adamın, kaybolması kolay o küçük şeffaf boncuğu yıllarca muhafaza edebildiğini gördüm. Bir adamın gerçekten aşıksa gözleriyle bile sevebileceğini öğrendim. Benim kendimi korumama gerek kalmadan, onun beni kendinden bile koruyabileceğini öğrendim. Alışkanlığın aşk değil, sevgi değil bambaşka birşeye dönüşebildiğini öğrendim. Bir dostum aşk acısı çekerken onun acısını canıma katıp sabaha kadar oturup ağlamayı öğrendim.  Her yeni bir yaşta, aşkın yüzünün değiştiğini öğrendim. Gelen evlilik tekliflerine şaşırmayı, oğluna aşırı düşkün bir anneyle tanışıyorsanız daha masaya oturmadan topuklamanız gerektiğini  öğrendim.  Arapça ve Kürtçe "nasılsın,iyiyim, canımın içi, atın ölümü arpadan olsun gibi cümlelerin yanında  ağız dolusu küfürler öğrendim. Aynı zamanda  dibine kadar Fransızca konuşmayı ve Erasmus öğrencisi olarak  onların kültürlerini öğrenmeden önce gerçekten bir ortamda Fransız nasıl kalınırmış onu öğrendim. Okulun ilk haftası öğrendiğim kelimelerden biri olan "la pomme de terre" yani amiyane tabirle "patates"i çığlık atarak sayıklarken;  yabancı bir dilin ikinci ana dile dönüşmesinin rüyadan anlaşılabileceğini öğrendim. Final zamanı boş masa bulamayınca büyük bir hırsla iki ranzanın arasına tüneyip bir dolabın üstünde saksağan misali çalışmayı öğrendim. Dünyadan ayrılarak güneşe daha yakın bir konuma terfi eden bir memlekette okuyorsanız her an bir hamamböceğiyle göz göze gelebileceğinizi ve sizi bu konumdan büyük sevinç çığlıklarıyla ödevi için denek arayan bir ziraat mühendisinin kurtarabileceğini öğrendim.  Bankamatik, kartınızı yuttuğunda dünyanın sonunun gelmediğini, kimle tanışırsam tanışayım onlarla asla saygısızca ayrılmamam gerektiğini, eğlencesine fal baktırmaya giderken, gözünün altı mor bir falcıya denk gelip ellerim titreyerek nutkumu tutturmayı öğrendim. Mahalle aralarında en pis ama en lezzetli kebabı yemek istiyorsan, sağı solu fazla incelemeden, tabağın bile olmadığı bir yerde çatal bıçak istememeyi öğrendim. Palmiyenin yapraklarının inanılmaz sert olduğunu ve birine sinirlenip eğer ona asılırsanız onunla birlikte havada asılı kalabileceğinizi öğrendim. Rakı şalgam ikilisinin sohbetin, dertleşmenin,paylaşımın bir mezesi olduğunu, katranı kaynatsan olur mu şeker, olmadık yok duyulmadık çok ,hem nalına hem mıhına, yılan yerde biz ayakta sürünüyoruz,  deveye diken... yaranır, ne edersen kendine edersin kendi kendine  demeyi öğrendim. Adana'da yağmur yağıyorsa donuna kadar  ıslanmayı  kabullenmeyi, şemsiyenin gereksiz olduğunu,  kaçak telefonlar,makyaj malzemeleri, mp3lerin satıldığı Çakmak caddesinde pazarlık yapmayı, bilhassa konserlerde biber gazını aktif kullanmayı öğrendim. Keyifli yolculuk için Balcalı muavinlerini gözlemlemeyi, Dilberler sekisini San Francisco'ya benzetmeyi, çamaşır suyuna hipo denildiğini, tatsız nişastadan bici bici denilerek tatlı yapıldığını, ben çimmeye gidiyorum denilirken banyonun kastedildiğini,keleş deniliyorsa küfür değil sana güzel denilmek istendiğini, tek gözünü kısarak bir elini sallayarak canım sen hayırdır ya diyerek atarlanmayı öğrendim. Şırdandır, kokoreçtir, katıktır, kebaptır, lahmacundur, yağda közlenmiş soğandır,sarımsaktır,acılı ezmelerdir, sınırsız mezedir derken tiksinme eşiğimin ne kadar yüksek bir yerde olduğunu keşfettim.  Dostluğun lafla değil canla ortaya konulduğunu, aldığın yanlış kararların sonucunu çekerken olsun be kardeşim hayatın tam olarak neresinde kalmıştık diyen arkamı güvenle yaslayacağım taşlarım olduğunu, hayatta hiç bir şeyden pişman olmamam gerektiğini, gittiğim her yerde anılarımın önümde defile yapacağını, o an her neredeysen oranın senin damın, yuvan olduğunu öğrendim.  Derken gel zaman git zaman bu öğrendiklerimi yanıma alarak ne istediğini bilen büyük biri olarak Ankara'ya gelmiştim..Halbuki artık olgunlaştığım bu üç yılın, beni büyüten 5 yıldan daha çok hırpalayacağını, değerlerimin sınanacağını, yolumu kaybettirmek amacıyla saçmalıklarla karşılaşacağımı bilemezdim. Ne garip!!! Bu sene yine Ankara'da her şeyi arkasında bırakıp hiç bilmediği bir yer olan Adana'ya koşarak kaçan o, on yedi yaşındaki küçük kadın gibi hissediyorum. Ankara'yı temelli terk etmeden önce uğramam gereken ve beni yeniden misafir ederek bana beni hatırlatacak yerler var. En başta ailesinin arabayla gidişini arkalarından izleyen yapayalnız minik kızı yeniden görmem lazım. Sonra o yalnızlığı ondan söküp alan, ona nefes olan güzel insanların gözlerine tekrardan bakmak ve onlara tüm kalbimle sarılmak istiyorum...



3 Ekim 2015 Cumartesi

LEONORA

En güzel yazını anlatabilmek için hiç  sebebinin olmaması gerekir bazen… Halbuki bunun aksine hayatın bazı anlarında sebepler, neden sonuç ilişkileri o kadar dallanır budaklanır ki, sinirini çıkartmak istediğin ama ağzına tıkanan söyleyemediğin cümlelerin vardır.  İşte öyle günlerde mütemadiyen yazarsın ve yazarsın sonra bir güzel silersin. Söyleyemedikçe daha da bir sinirlenirsin. Her yazı bir öncekine göre daha acımasız olur ama o bir gün gelir. Tam yazarsın yazarsın silerken bomboş sayfada kalan, son kelime hoşça kal’a bakarsın ve dersin ki sildiğim o koskoca yazı neydi,kime yazılmıştı? Öylece apışıp kalırsın unutmuşsundur artık . Sonra o Hoşça kal’a bakıp belki de silmek en güzelidir dersin. Kendinin bu kadar basit bir kelime olan Hoşça kal’ı hissiyattan ırak, bayağı bir Word sayfasına yazmana şaşarsın ve dersin ki hiçbir hoşçakalı buradan yazma Deniz, kişilerin yüzüne söyleyemeyeceğin kelimelerin olmasın hayatında. Konuşurken herkesin gözünün bebeğine bakacak cesaret dolu cümlelerin olsun. Veda etme zamanın geldiğinde öyle güzel vedalaş ki bir daha karşılaştığında ona harflerden kurulu sözcüklerini söyleyebilecek yüzün olabilsin.  Hayatta herşeyin bize birer işaret olduğunu düşünürüm.  Üniversite’den mezun olacağım zaman gelmişti. Adana’daki son günümdü. Nedendir bilmem kendimi “Dünya’yı Kurtaran Sahaf’ta bulmuştum. O kadar vedalaşacak yer varken adımlarım beni neden buraya getirmişti inanın bilmem. Kollarımın taşıyamayacağı ağırlıkta bir sürü kitap almıştım. Tam çıkarken raflardan önüme pembe, eskimiş ciltli ,sayfaları bayatlamış vanilyalı kurabiye kokan bir kitap düştü. Eğilip kitabı aldım. Puşkin’in bütün eserleriydi. Çok kitap almıştım o gün aslında ama nedense bu önüme düşen kitabı almak için kalbim çarpmaya başlamıştı. Bir heyecanla aldım.
Voltaire ve Diderot varsa neden Puşkin’im de olmasın dedim . Ama onu okuyacak bir zaman bulamadım. Aradan üç koca yıl geçti. Geçen gün balkon keyfi yapmak istedim tam  elimdeki kitabı kitaplığa yerleştirecekken birden aradan pembe, eskimiş ciltli,sayfaları bayatlamış vanilyalı kurabiye kokan bu kitap düşüverdi yine. Demek tanışma zamanımız geldi Puşkin dedim. Doğru zaman ve doğru yerdeydik. Şimdi düşmüşsen yine önüme, mutlaka ilgilimi çekecek cümlelerin olduğundandır dedim. Birer ikişer sayfalarında iz sürüyordum. Puskin'in Leonora’ya yazdığı bir mektupla karşılaştım. Onu terkediyordu.Arkasında bir mektup bırakıyordu. “Gidiyorum sevgili Leonora ebediyen terkediyorum seni. Düşüncelerimi başka türlü anlatmaya gücüm yetmediği için sana bu mektubu yazıyorum. Mutluluğum sürekli olamazdı. Alın yazıma ve doğaya rağmen tadıyordum onu. Sen benden soğumak zorundaydın ,büyü bozulmak zorundaydı. Karamsarlığın pençesindeki bu düşünceler her zaman hatta senin beni tutkuyla sevdiğin  ve benim sınırsız tatlılığına dayanamayıp ayaklarının dibinde kendimden geçtiğim,herşeyi unutur gibi olduğum dakikalarda bile beni izliyordu.Benim için en değerli şey senin rahatındır. Elveda Leonora,elveda biricik sevgilim,elveda biricik dost. Seni terk etmekle yaşamın ilk ve son mutluluklarını da terkediyorum.Ne bir ana yurdum ne de yakınlarım var. Yalnızlığım benim için tek avuntu olacak.Bundan böyle kendimi vereceğim sıkı çalışmalar, heyecan ve mutluluk dolu günlerimin ıstırap verici anılarını uyuşturmasa bile hiç olmazsa biraz oyalayacak beni.Elveda Leonora senin kucağından kopup ayrılırcasına ayrılıyorum bu mektuptan.” diyip Rusya’ya hareket etmiş. Tam bu satırları okurken bende küfürün bini bir para tabi .Hadi biraz empati yapayım dedim. O devirde yüz yüze gelmekten kaçınıp kendini bir mektup sayfanın arkasına saklayan bu adamsı, demek ki günümüzde yaşıyor olsaydı Leonora’yı bir mesajla terkedecekti. Koca bir kahkaha eşliğinde ne kadar ironik değil mi? Eee iletişim tarihinin kronolojik getirileri bunlar, olacaktı o kadar.
Tamam benim nazarımda bu kısma kadar Puşkin bile olsa kendini yine kurtaramazdı; ama tam bu noktada da devreye üslup giriyordu. Mutlaka o devirde mektupla ayrılan bir sürü tipolojiler mevcuttur. Bence onları da kendi aralarında sınıflandırmak lazım. Öyle ya herkes mektubu için,bir Puşkin zarifliğinde hassas kelimeler seçemez. Puşkin aşkla ayrılmıştır çünkü. Kalbi aşkla doludur. Ayrıldığı anda bile mürekkebi saygısıdır. Mektubu okurken Leonora’nın başta kalbi kırılmıştır, ama Puşkin’in merhem dolu sözleri yıllar içinde onu iyileştirmiştir. Kitapta Leonora’nın onun ardından başkasına aşık olduğu ve bunu duyan Puşkin’in kıskançlık krizleri geçirdiği yazar. Ne kadar doğrudur bilinmez  ama bana sorarsanız ne zaman Puşkin’i düşünse yüzünde bir tebessüm oluşmuştur. Çünkü mektupla bile olsa Leonora’ya değer verdiğini ve aşkla üzülerek ayrılığını anlatmıştır her satırında.O devirde mektubu odun odun yazanda vardır, insanda okurken her satırında kusma isteği uyandıracak cinsten.Gelin iki dakika hayal kuralım .Hani düşünsenize Puşkin bu satırları şu şekilde de yazabilirdi: “Leonora ilişkiden anladığımız beklentiler birbirinin ötesinde,olmuyor abi net, artık içine girdiğimiz anlamsız muhabbetler beni darlıyor.Ah be Leonora keşke hiç böyle bir karmaşanın içine girmeseydik çünkü sana olan aşkım dibini çekti. İki iyi arkadaş olarak kalıp ömrümüzü nihayetlendirebilseydik ama olmadı naparsın. Bundan sonra seninle sevgili olarak geçireceğim her dakika benim için anlamsız , en azından dürüstüm abi . Seni de kandırmayayım değil mi ama? Leonoş sen sağ ben selamet, olayı sündürmenin anlamı yok. Aha sünmeye başladı bile, yüzyüze konuşmadan bitsin istedim zira dramatik bir mevzuya dönüşüyor kafam da balona dönüyor.Ayrıca bundan sonra her diyalog seni benim gözümden düşürür be bebeyyimm. Yüzyüze konuşmayı kendin için bir hak meselesi argümanına dönüştürme, çünkü çok öznel kaçar.Peşimden de Rusya yollarına düşme bence evinde kal. Bende zaten artık çalışmalarıma döneyim ki senle kaybettiğim zamanı telafi peşine düşeyim”..Owwowwowww iki resim arasındaki 7 farkı bulun. Daha fazla uydurmaya hayal gücüm yetişmedi. Zaten Puşkin’in zarif tarzına da bu kaba cümleler pek yakışmadı. Gerçi Puşkin mektubu bu şekilde yazmış olsaydı kendini savunmak için herhalde şöyle derdi : "Bu mektup bir suçsa, pişmanlık duymadığımız bir suç suç değil olsa olsa kötü bir raslantıdır...Karşımdakini incitme niyetim öylesine derindeki,onu yönetmek elimde değildi artık.Kendi kendimden öylesine tiksinti duyuyorum ki,bütün yaşantım kendi kendime verdiğim uzun bir cezalar dizisi gibi.Kendimi cezalandırarak kazanıyorum ve gençleşiyorum." Ehh bu biraz daha iyi en azından elem çiçeğine dönüşmüş olurdu ama bu da Puşkin'in nazenin satırlarıyla yarışamazdı. Gerçi Puşkin böyle satırlar kurmuş olsaydı Leonora ile tasadüfen bir kaç kere karşılaşmış olsa Leonora onun gözünün bebeğine dimdik bakabilirken, Puşkin onun yüzüne bakabilecek cesareti kendinde bulamazdı neticede yüzyüze iletişimin insanı değildi değil mi?  İstediği kadar eğitimli olsun, istediği kadar milyon kitap okumuş bir şair olsun; anneannemin çok güzel bir lafı vardır: “Okumak cehli giderir insanlık öğretmez”der. Tabi Puşkin’in de daha medeni bir yol izleyip Leonora’nın yanağına bir buse kondurup iki sevgiliye yakışır vedalaşmalarını isterdim. Gerçi söz konusu üslupsa Puşkin yarım elma gönül almadan tam not alır. Eeee kimi var Puşkin gibi kimi var Puşt gibi !!! İşte kitaptan yola çıkarak dedim ki aman be kızım sakın ha!! Sen sen ol insanların yüzüne bakmadan söyleceğin sözcüklerin,hoşçakalların olmasın. Sözleri aklının ucundan bile geçirme ki dil bu belli olmaz pat diye düşer, düştüğü yerde kalır. Sen sözcükler dilinden düştü sanırsın hâlbuki insanlığından bir parça eksilmişsindir olan yine kendine olur. Çünkü kişinin karakteri ve özü ağzından çıkan kelimelerin kalitesi kadardır. Hayatta herşeyin şık olması gerektiğine inananlardanım: "Ruhun,bedenin,kıyafetin,sevmenin,terk edişin,dostluğun ve tabi ki aşkın"...Kelimelerdeki zariflik an gelir başlangıçtır an gelir şimdiki gibi bir son.

NOT: Laf aramızda bugün tüm kadehlerimi Leonora’ya kaldırıyorum…..


28 Eylül 2015 Pazartesi

KABAK ÇİÇEĞİ DOLMASI İN ŞIRDAN OUT


            Aslında herşey evimin sokağının köşesindeki çiğköftecide başladı... İçeri girmemle daha ağzımı açmadan :  "Ooo abla hoşgeldin hemen hazırlıyorum diyip bol acılı, bol limonlu ama zerre nar ekşisi olmayan çiğ köfteyi paket yapıp önüme koymasıyla başladı herşey. Ertesi günde waffle yemeye gittiğimde, waffle hazırlayan adamın bana bakmasıyla, hiç nelerden, nasıl istiyordunuz diye sormadan sadece bol sütlü çikolatalı,meyvelerden sadece muz, bol fındık ve fıstık ve tabiki bol kiraz şekerlemeli waffle'ı paket yapıp içine de tam istediğiniz gibi iki ıslak mendil koydum diye paketi uzatmasıyla devam etti. Derken çevremdeki herkesin:  "Deniz gitmişse kafasını dinleyip yazı yazıyordur, telefonu kapalıysa birine kızmıştır.Bu kıyafet Deniz'in tarzı değil,Deniz onu yemez, Deniz bu yazarın kitaplarına bayılır,Deniz eğlenceli tiplerden hoşlanır "falan gibi kalıplaşmış ifadelere rastladım. Ne komik ki hepsinde de haklılar!! Zevklerimi ve sevmediklerimi çok iyi bellemişler. Normal şartlarda bu durumun beni hoşnut etmesi gerekir öyle ya demek ki artık oturmuş zevklerim,isteklerim var... Belli bir karakterim var artık. Gelin görün ki bu beni nedense irite etti. Bu kadar çok nerde ne tepki vereceğimin tahmin edilmesi beni gerdi.. Halbuki bazı yerlerde ben bile nerde nasıl tepkiler verebileceğimin garantisini veremeyebilirim. Her şey  sıradanlaşınca daha da komiği hiç bir şey beni etkilemez, heyecanlandıramaz oldu. Tehlikeyi fark ede fark ede hissisleşiyordum. Hiç bir şey şaşırtıcı gelmiyor, içimle dışım birbirini tutmuyordu. Kalbimden geçeni gözlerim yansıtmıyordu.Her kelimem bir birbirini taklit ediyordu. Harflerim sanatsal olacağım diye doğallığını yitiriyordu.
            
              Keşke yıllanmış bir söğüt ağacının dalları ve yapraklarının arasına sığınsam,rüzgar esse ve  gövdesi dile gelip bana ninni söylese,bağrında uyutsa,dinlendirse yorgun ruhumu. Bir rakun çıksa söğütün kovuğundan, sihirli değneğiyle değiştirse klişeleşmiş ifadelerimi... Kendime uzaklaşamazdım. Bir piyano tuşunun çıkarttığı bir ses, mesela altı yaşımda çalmayı ilk öğrendiğim şarkı Portofino, bana beni anımsatabilirdi. Arkada Portofino ezgilerini dinlerken birden aklıma geldi. Hissizleşmeyle mücadele etmenin en güzel yolu, bir süreliğine farklı bir kişiymişim gibi düşünebilmekti.Yani kendi beynini bir süreliğine tatile yollayıp başka bir beyin inşaa etmekti.  Ama bu da ha deyince olmazdı.Eee hadi ben değiştim desem olmuyordu. Farklı biri gibi mi düşünmek istiyorum ; o zaman kendi yaşantımdaki alışkanlıklarımı bir süreliğine terk etmeliyim. İlk başta çevrende sana iyi gelmeyen kişiler elekten geçirilmeli. Yeni ortamlara girip yepyeni insalarla tanışmak.. Sonra rutin zevklerini terketmelisin. Korku türü film ve kitaplardan hoşlanmam normalde ama değişim için denemeliydim. Yeni beynimin bürümcüklerine katkısı olacak ve şok etkisi yaratacaktıysa alırdım bir dal Agatha, Stephen ya da bir Poe.  Mesela farklı düşünmek istiyorsam farklı beslenmeliyim. Hep et hep et nedir arkadaş... Sonuçta beynimi şaşırtmak için bedenimi de şaşırtmam gerekliydi. Çilek hiç sevmem ama oturup bir kase çilek yiyerek başlayabilirim.Sabahları sebze suyu içebilirim. Pırasadan nefret ederim sadece çok sevdiğim insanlarlayken birkaç denemişliğim vardır ama artık haftada iki kez yemeye başladım.Hayatıma farklılığın gelebilmesi için kurban bayramı öncesinde vejeteryan olmaya karar verdim. Neticede iradem de sınanmalıydı ve bir vejeteryan olabilmek için en iyi sınav kurban bayramında verilirdi. Bu zorlu sınav bana kesinlikle katkı sağlayacaktı. Son zamanlarda okuduğum bütün kitaplar felsefi  ağırlıktaydı.  Doğal olarak son zamanlardaki bütün düşüncelerimde okuduklarımla doğru orantılıydı. Farklı düşünmek için bir süre romanlara sardırmaya karar verdim. Andre Gide'den "Pastoral Senfoni"yi,Sait Faik'ten "Lüzumsuz Adam"ı , İtalo Calvino'dan "Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu"yu,Kundera'dan "Gülünesi Aşklar"ı , Stefan Zweig'den "Amok Koşucusu"nu okuduğum günlerime geri dönüp tükettiğim hayal gücüme yenilerini katabilirim.   Çeşitsel her türlü ezgiyi sevmeme rağmen, müzikte rap'ten pek hoşlanmam ama bu algımı değiştirip bir süre rap tarzında dinleyebilirim. Dansta denemediğim türleri yani Paso Doble, Hiphop ve Jazz tarzında figürlerle şaşırtabilirim bedenimi.  Sabahları erken kalkmayı hiç sevmem ama tatil günlerinde bile erken kalkıp sabah koşusuna gidebilirim. Bunu yapmalıyım çünkü bir karar almam gerekiyor ve bundan önce doğruyu bulduğumdan emin olabilmek için farklı düşünmem lazım. Bunun yolu da farklı zevklerle dolu, farklı bir yaşamdan geçiyor. Hem ufak değişiklikler iyidir.  Belli mi olur bu tip bir yaşamda belki daha bile mutlu olurum. O zamanda iki yaşam tarzım arasında seçim yaparım artık ya da ikisini harmanlar muazzam bir ışıltı yaratırım ooooo piti piti karamela sepeti terazi lastik jimnastik biz size geldik bitlendik dik dik dik kalbim ve zihnimdeki yamaları dik der önüme bakarım...Ispanak inn,kebap outt :)
           NOT: Ben huzurlarınızdan kaçar beni bekleyen bir kabak çiçeği dolması var...Şaka bir yana cidden işe yarıyor zihnimde farklı kıpırdanmalar var bana bir haller oluyor :D


2 Eylül 2015 Çarşamba

:)

Seç bir eylül ve bana gel…Daha önce kimseye gitmemişçesine. Kurumuş ruhlarımızı ıhlamur çiçeğinin kokusuyla ferahlatalım. Kozalağından çıkan ipek böceği edasıyla seni sarıp sarmalasın eylül . Konuk olsam bir gecesine derin derin nefes alıp umutlara bir adım daha yanaşırcasına. Eylül umuttur neticede yeniliğin görselidir. Kamerayı nereye koyarsan koy güzel şeyler gördüğün bir aydır. Çatısının altında barındırdığı o otuz gün için çabalar... Her gidişin geri dönüşüdür .. Gündelik hipergerçekliğe nazaran edebiyatın ve ona en çok yakışan ayın eylülün suhuleti ve zerafetini tercih ederek damladım bu satırlara. Eylül herkese gel demez gotik bir kule gibi ilkel,öyle yükseklerde dolaşıp aşağıdakilerin sesini duymayanları istemez. Bize öğretir zamanın dışında yaşayacak kadar çok sevmeyi ve sevebilmeyi bilenler içindir eylül. Eylül bizi hazırlayandır her mevzunun kendine has bir kum saati bir vadesi olduğuna… Parlak bir gönül onarımıdır… 

15 Ağustos 2015 Cumartesi

ŞUANIN HİÇTE BİRİ KAÇ EDER?



… Heyy ben geldim, sırf bu sanal kağıda üflemek için, senin için geldim, duy ama duyma, gör ama görme , bil ama bilmezden gel diye geldim…  Sana öyle bir bilmece getirdim ki sadece fısıldayarak dile getirebilirim ama cevabı bulursan haykırabilirsin… Bir gün “biri” gezerken kaybolur ruhu hiçliğin sularına saplanır . Orada bir “hiç”le karşılaşır. “Biri” düşünmeden “hiçe” el uzatır. “Hiç”, “birinin” ruhuna sirayet eder. “Biri”,  “hiçle” hiç olur.  “Hiç” bir gün gider. “Hiçle” bir olan “biri” de gider peki o zaman arkada tın tın eden şey nedir?


Sen cevabı düşünedur bende kelimelerime koşayım . Ahh seni hınzır kelimeler öyle bir kötü yanınız var ki, kendimizi başkalarına anlatabileceğimiz ve başkalarının söylediklerini anlayabileceğimiz hissini uyandırıyorsunuz. Fakat dönüp kaderimizle yüzleştiğimizde yetmediğinizi görüyoruz. Belki de yine doğru zaman ve doğru yeri yakalayamadığımızdan kelimeler susar. Halbuki “Çeşmenin buz tutmuş suyuna bakarken, günün birinde yeniden akacak, sonra tekrar donacak, sonra yine akacak diye düşünürüm. Aslında kalplerimizde böyledir, zamana itaat ederler ama ebediyen suskun kalmazlar. Doğru zaman ve mekânı beklemek kuru kuruya bir hesap işi değildir, ucu bizim duygularımızdadır, o da bir bakıma içsel bir sese sahiptir. Bu içsel ses benim için, hayatımdaki kişileri tasnif eden bir melodidir. Çünkü her zaman insan ruhunun, müziğin harmonisine yansıdığını düşünmüşümdür. Kastettiğim şey bir müziği duyduğumda, bir kişiyle yaşadıklarımın veya onunla gezdiğim yerlerin hayalinin canlanması değil. Bir melodi duyduğumda tek başına o kişiyi gözümün önüne getirebiliyor muyum? Eğer yapabiliyorsam o melodi, o bireyin kimliği olur bende ve ne zaman onu görsem kulaklarımda o melodi döner. Dolayısıyla kimileri için insanlar duyu, jest, mimik ve duruşa göre ayrışırken, bende bana yansıttıkları melodilere göre şekillenirler. Bu müziği aramak için de özel bir çaba sarf etmem. Genel de o anda izlediğim bir filmin müziğiyle canlanabilir, arşivdeki müzikleri dinlerken bir anda oluverir.

Kimi bir klasik müzik etkisi uyandırır bende, kimi jazz, kimi death metal, kimi blues, kimi türkü, kimi sanat müziği, kimi pop, kimi arabesk, kimi rap ,kimi opera, kimi etnik, kimi reggae, kimi rock, kimi punk , kimi rebetiko… ama mutlaka bir melodi uyandırır ruhumda. “Hepsi bir yana tasvir etmek başkadır tecrübe etmek başka” dediğim bir gün öyle birine rastladım ki aşırı ilgi duyduğum ama “hiç” anlamlandıramadığım “biri”. Tek başına onu anımsamak istediğimde hiçbir melodiyle eşleşmeyen biriydi. Hatta bir süre ona uygun bir melodi bulmak için kendimi zorladığımı bile fark ettim. Sonra anladım; belki de kimliksiz biriyle kesişmişti yolum. Ne yaparsam yapayım ona uygun bir melodi bulamazdım; çünkü kelimenin tam anlamıyla yoktu, “hiç” olmamıştı. Size boşluğu, herşeyin kayıp yanını anımsatan bir varoluş hangi notayla öpüşebilirdi ki? Kim bilir belki de ben keşfedemedim. Belki de kendini başkalarının tanımasına hazır hissetmeyen ve tüm benliğini bir bilye gibi cebinde saklayan minik bir çocuğa rastlamıştım. Öyle ya müzikle onu sobeleyebilmem için önce onun kimliğini ortaya atması lazımdı. Aman her neyse haydi eller havaya :D İnsanın melodi eşliğinde varoluş duyusu falan derken gece gece tam bir sinestezik gibi konuştum :D Bilirsiniz sinestezikler mistik insan yeteneğine sahiptirler. Gerçeği, farklı duyusal algılamaları karıştırarak görürler.Renkleri duyar, sesleri görürler. Örneğin kimi sinestezikler için E harfi yeşildir, “R” harfinin tiz bir sesi vardır, kedinin miyavlaması kırmızıdır, “Fa” notası çikolata tadındadır,piyanodan gelen ses mavi bir dairedir… vs. Benim için de her insanın bir tınısı vardır ruhumu dans ettiren. Çünkü onlar bize en beri bile olsa daima anlamlı ötekiler… Anlamlılar çünkü onlar ezgilerine kavuşmuş biriler...