Derken yine ben
gittim... Herhangi bir ülkenin herhangi bir ilinin herhangi bir beldesinin
herhangi bir zamanındaydım... Üç noktaydı hayallerim... Ahmet Haşim'in
yüzündeki derin çıban yaralarını sakladığı geceydi en yakınım...Arkamda
bıraktıklarım yüreğimdeki çıbanlardı..Geceye
sığınmıştım onların izlerini saklasın diye..Üfleyerek geçmeyecek yaralarım
olduğunu görenler kaçtı... Uzak durduklarım yaklaştı, yakın durduklarım
uzaklaştı. Hevesli bir yürekken bitkin düştüm...Hani en sevdiğiniz kazağınızı
hep giyersiniz ve bir gün bir bakarsınız topak topak olmuştur ya... Benim kalbimde
belli ki topaklanmıştı. Ayna ayna dile gelir misin bana: "Tecrübesizlik devranı
döndürdü getirdi mi bana tecrübe? O kadar dünyanın birçok yerini gezdim dönebildim
mi en başladığım yere? Keşfettim mi güvende saklı duran tekinsizliği ? diyordum kendi kendime... Her yeni şehirde her yeni çehrede aç bir kurt misali yeni bir hikaye arıyordum
aslında... Adımlarım beni eski bir Rum meyhanesine getirdi.. İki üç demlenir
kalkarım diyordum. Yan masama iki tatlı genç oturdu. Hani onlar için sevgili
desek değiller, arkadaş desek hiç değilller, dost mu deseydik bilmem ki neyse
bırakalım her ne iseler öyle kalsınlar... Kadın : "Beni hiç tanımıyorsun"
dedi adama.. Adam meydan okurcasına: "Sen de beni hiç tanımıyorsun"
dedi.. Masanın amacı o halde belliydi..Onlar çok tanışkan bir ikiliydi... Adam kadına
seslenirken kısa bir an onun da adının Deniz olduğunu duydum ... Hah vre pedimu
dedim bu da Deniz ise buradan bana baba hikaye çıkar. Utanmasam kalemi kağıdı
masaya koyup analize başlayacaktım.. Deniz, tam Ozan Önen'in rakı içen kadını
seveceksin dediği cinstenti... Normalde rakı ritüeli olan bir hatun gibiydi.
Ama gözlerinde daha önce kendimden aşina olduğum bir güvelenmişlik vardı. Belli
ki ara vermişti demlenmelere dertleşmelere. Dur adaşım yanındaki adam değer mi
yeniden başlamaya ... Değer mi güvenmeye diye dürtecektim de ... Sana ne be yaşayacak
benim! dese bozulurum diye cesaret edemedim. Adamı yan bakışla incelemeye
başladım.. Çok yakın bir arkadaşımın
erkekleri sınıflandırma biçimi, nedense benim hep karakter analizinde işimi
kolaylaştırmıştır. Karşımdaki gözleriyle ve dudaklarıyla gülen bir adam mıydı?
Cık.. Peki tüm mimikleri gülerken suratına eşlik mi ediyordu ...Cık... Peki hiç
değilse dudaklarıyla tebessüm ediyordur zira ediyorsa ucundan çapkındır? Cık...
Haydaaa güldüğü anlaşılamayan mimiksiz, bir o kadar da bolca hissiz, az birazda
tekinsiz bir adama çarpmıştı kadın... Hissizliğini saklamak için romantik bir
maske yaratmış gibiydi.. Hani vardır ya bir kadının doğum gününü kutlamak için
üç kelimeyi bir araya getirmekten aciz adamlar. Lakin kantarın topuzu kendini
dürtünce sayfalarca şiir yazıp herkesin beğenisini kazanmaya çalışan tipler.. Aha
tam da böyle biri gibiydi yan masadaki adam.. Kişilerle kendine dair pek bir şey
paylaşmayı sevmeyen tiplerden çünkü paylaşırsa sanki her an yara alacakmış gibi
hissederler ya işte öyle bir cinsti.. Hani vardır ya hiçbir kadınla anı
biriktirme cesareti olmayan adamlar, ama bunu böyle diyemezler. Ben aşka
cesaretsizim, sevme yoksunuyum diyemezler de nedense hep hayırsız bir kadın
tarafından arkada bırakıldıkları terkediliş hikayesinin yamacına sığınırlar. O
kadını yıllarca aşamamışlardır ,asıl konu halbuki o kadın değildir... Ama onlar
bunu kabullenemezler niye çünkü egoları dayanmaz. İçlerindeki sevme ve sevilme
korkağı buna izin vermez.. Eski bir hikayede gizlenmiş bir kadının arkasına
sığınmak daha kolaydır. Başka bir kadının tenine tırnağının ucu bile temas
edebilmişse sen o kadını çoktan unutmuşsundur ki birader.. İlişkilerden fıymak
için bu adamlar herşeyi zamana bırakırlar neden çünkü eski yaraları aşamamışlardır.
Peki nasıl oluyor da vücutlarındaki hormonlar hadsizce sınırları
aşabiliyor..Pardon bunlar erkekti unuttum... Hırsla tekrar yan masadaki adama
baktım... Masada kadına : "Hayattaki en büyük amacım iyi bir adam
olabilmek" dedi. Kadın etkilenmişe benziyordu. Dönüp : " Salaksın
hatun iyi bir adam olma arayışındaysa iyi bir adam değildir.. Ki bu arayıştaysa
daha bir ömür o arayışı sürdürecektir. Belki de asla adam olamayacak biriyle
karşı karşıyasın topukların götüne vurarak kaç" diyecektim de yine yutkundum
.. Genel de biz Deniz'lerin yaşam algısı pek zayıf olmaz ama biraz saf mıydı
neydi bu yanımdaki Deniz.. Muhabbet muhabbeti açmış, hatıranın birini bitirip
diğerine geçiyorlardı.. Tabi bardaklarda onlara eşlik ediyordu.. Uzun zaman ara
verilişlerin temel sorunudur .. Ne muhabbet ne aslan sütü kabında durduğu gibi
durmaz.. Kadının bakışları puslandı. Hesabı ödeyip kalktılar. Ben boş durur
muyum onların peşinde adeta bir iz sürücüsü gibiydim. Kadın kumsala daldı..
Belli ki tüm tatilden beklentisi o kumlara uzanıp dalga seslerini ninni
yaparcasına mışıl mışıl uyumaktı... Kusma isteği geldi ama o da
kusamayanlardanmış.. Denize hafif eğildi... Bir de adama bağırmaya başlamasın
mı ? "Bırak beni Deniz bana zarar
vermez.. Deniz beni temizler..." Kahkaha attım istemsizce, o an benim
varlığımı farkettiler ama pek umursayacak halde değillerdi neyse ki.. Benim
hoşuma gitmişti çünkü bende hep öyle düşünürüm. Küçükken her yıl bütün
üzüntülerimi içime atıp yıl içinde asla ağlamayıp ne zaman denize gitsek
gözyaşlarımın denizin suyuna karışıp yok olmasını seyrederdim... Herhalde
bundandır bende tıpkı bu kadın gibi tüm kötülüklerin, tüm pisliklerin, tüm acıların
deniz suyuyla çekip gittiğine inanırım..Hay bin kunduz bilinçaltı işte :) Ama
ne yalan söyleyeyim adam beni şaşırtmıştı.. Öyle ya bırakıp gidebilirdi ama
bakıyordum da baya sahiplenmişti.. Fazla aşkın olduğu yerlerden ben kendime
hikaye bulamam ... Bu gecenin acı kotası belli ki tükenmişti..Onları mutlu son
bekliyor herhalde diye arkamı dönüp gittim. Aradan birkaç gün geçti ben yine
sahilde yürürken bu kadına denk geldim. Tek başına üzgünce oturuyordu.. Bu
sefer tutamadım kendimi : "Pardon oturabilir miyim yanınıza?" dedim.
Biraz yadırgadı ama sessizce başını salladı.. "Bazen tanımadığınız ve bir
daha asla görmeyeceğiniz kişiye herşeyi anlatmak iyi gelir" dedim.. Kadın
zaten hazır bekler gibiydi. "Kısa sürede daha önce hiç tanımadığım
birinden etkilendiğimi sandım..Hayatımda ilk defa tanımadığım bu adama güvendim
istemsizce" dedi... Hikayeniz bitti herhalde dedim.. Bitmesi için
başlaması gerekir değil mi?" dedi.. Halbuki o gece kumsalda başlamış
gibiydiler. Yoksa bende mi biraz saftım.. "Zaman(!) değil mi?" dedim.
"Zaman" dedi acı bir gülümsemeyle "Üzülmeyin doğru kişi değilmiş
demek ki" dedim. "Biliyor musunuz hayatıma girdiği günden beri
hayatımda ne kadar eşya varsa hepsinin bir teki kaybolmaya başladı" dedi. "Nasıl
yani?" dedim. "Açıklaması zor ama adeta eşyalarımın hepsinin tek
eşleri de beni terketmeye başladı" dedi. "Eşyaların diğer eşlerini sonradan
bulabiliyor musunuz?" dedim. "Yok hala hepsi kayıp" dedi... "Peki
kalbinizin yarısı ne durumda?" dedim... "Aaa bir dakika daha önce hiç
bakmak aklıma gelmedi" dedi. Elimi kalbinin üzerine koydu. "Siz bakın
orada mı?" dedi. Atmıyordu... Eee aşk dedim. Aşk herşeyin eşini
kaybettirir... "Ama ben aşık olmayı bilmeyen bir adama kalbimden zerre
parça veremem" dedi. "Aşkın aşk olduğunu bilmiyorsa illaki onun
diyarında bunun başka bir adı vardır. Belki o sevgi diyordur... Belki güven
diyordur.. Belki huzur diyordur.. Ama siz yine de güzel bir yaz anısıydı diyip
önünüze bakın" dedim.. "Yazar mı bana?" dedi.. "Emin olun
yazmaz" dedim.."Özlüyorum onu" dedi. "Çok normal çünkü avuç içleri birbirine değen insanlar birbirilerine hep aşina kalırlar" dedim. "Özel günlerde belki yazar" dedi... "Bence
asıl öyle zamanlarda yazmasın" dedim. "Bana sen zor bir kadın
değilsin zorlukları olan bir kadınsın dedi ... Bu kötü birşey mi sizce?"
dedi... "Bilmem neden ona sormadınız?" dedim... "Ben birine o an
sinirlendiğim zaman susmayı tercih ediyorum. Herhalde tek bir harfi bile
kendimden daha fazla paylaşmak istemediğimden" dedi. "Belli ki o sizi
yüzeyde bırakmış.. Derinlerinize cesareti yokmuş boş verin, hem o da çok yorgun ruhlu bir adam demek ki belki de sizle birlikte daha fazla yorulmak istememiştir" dedim... Erkek milleti değil mi
hepsi zıkkımın kökünü yesin" dedim. "Yalnız o zakkumun kökü"
dedi.. "Pardon nasıl yani?" dedim. "Zakkum zehirli bir
bitkidir.. Eskiler zakkumun kökünü ye diye kullanırlardı. Zaman içinde değişe
değişe olmuş bizim zakkum bir zıkkım" dedi.. O zaman düzeltiyorum bu
erkeklerin hepsi zakkumun kökünü yesin diyerek müsade istedim. Arkama hiç
bakmadan oradan uzaklaştım... Burada hiç hikaye bulamadığımı düşündüm ve otele
dönüp sırt çantamı topladım... Yeni çehrelerde yeni hikayeler aramaya
hazırdım.. Otobüste defterime bir iki satır karalayım dedim... Kalemin
mürekkebinden yayılan ilk cümle zakkumun köküydü... Desenize pekte boş
ayrılmamıştım bu sahilden de.. :)
Sen anlatmaya başlayana kadar kimse değilsindir.Bende anlatmaya başladım bir varmış bir yokmuş. Ben varmış ben çokmuş. Aslında ben yokmuş.Biz varmış…
15 Eylül 2016 Perşembe
3 Ağustos 2016 Çarşamba
MONO HİSLER KUMPANYASI
Afrika'dan bir dost'a selam olsun. Geçenlerde dedi
ki bana : "Sanatı işte bu yüzden seviyorum." Her yiğidin bir yoğurt yiyişi varsa..Her duygunun da bir suya yansıması vardır.. İnsanlar yazılar yazıyor ,tablolar, heykeller
yapıyor, fotoğraflar çekip, filmleri beyaz perdeyle öpüştürüyorlar.. Peki bunlar
kimin için?? Bu eserlerin kelebek kanatlarındaki renkler kimin renkleri? Bazen gururdan,egodan ve kibirden kendileri için ama birçoğunda
birilerine anlatamadıkları bir şeyleri anlatmak için. Gel gelelim ben hiçbir
zaman emin olamam karşıdaki kişinin paylaştığı bir hissin beni ufacıkta olsa
yansıtıp yansıtmadığına. Çünkü korkarım gururdan, egodan, kibirden.. Bazen de
benim anlayamama sebebim karşımdakinin yaşam tarzındandır... Hayatından çok
kadın geçmiş adamlara baktığında insanın kafası karışır... Ne kadar çok kadın
geçmişse gönlünden o kadar çok iz o kadar çok yara o kadar çok anı ve laf türer.
Dolayısıyla sen bir türlü kendi üzerine alamazsın.. Almak istersin, bir insanda
ufakta olsa bir iz bıraktığının kanıtını görmek istersin. Tabi ki bu sanat
eseri benim için demek geçer içinden.. O zaman da karşıdan çok komik durmaz
mısın?? Biraz da eskisi kadar aşka cesaretim mi kalmadı diye düşünür oldum. Belki
de cidden genç yaşta yaşlanmaya ve dahi paslanmaya başlıyor kalp kapakçığım..Eminlik
arıyorsun ya hani o zaman aşk ne arasın orada.. Hani
bu iş biraz yükseklik korkusu olup bir yerden bilmediğin sulara atlamak gibi...
Tam cesaretini toplarsın o kalpteki yansımanı görürsün..İşte hep böyle kritik
anlarda sol omzunda belirmez mi minyatürleşmiş şeytani sen..Demez mi saçmalama
ya sen değilsen, bu basit bir olay..O kişi sen olsan şimdiye kadar elle tutulur
somut bir ilgi belirtisi daha olması gerekmez mi diye.. Belki de sorun tamamen
ondadır der. İçinde dağları yerinden oynatacaksın ve bu senin elinden gelecek
adam ama sesin karşındakine şüpheden ulaşamayacak pek dramatik... Gerçi bende buna
benzer şeyler hep yaşarım. Bir yazı yazmıştım tek bir insanı düşünerek. Halbuki
en yakın dostum beni benden iyi tanıdığı için bu yazı da tek bir adam yok
demişti. Sonra üzerine düşündüm tek tek cümlelerimi gözden geçirdim.
Cümlelerdeki her bir kelimeyi sorguladım. O kelime sadece o kişiyi mi
anımsatıyor diye.Cevap hayırdı. Baştan aşağı ona ait yazdığımı sandığım yazının
kelimelerinin ucu başkalarına da değiyordu. O zaman dedim ki bundan sonra tek bir kişi için yazdığım yazıların bütün ucu
sadece ona çıkacaktı ki şüpheye yer vermesin diye. Mono hislerin değerinde
kavruldum... Bir his var daha önceki
hislerden farklı sanki daha ağır ama bir o kadar hafifletici.. Yüreğimdeki
bukağıyı açmak için zorlarcasına. Bir açabilse ben onun aynası olacakmışım
gibi,ne düşündüğünü yansıtmak için..Ne olduğunu daha bilmiyorsa ben rüzgar,yağmur
ve günbatımı olurdum ya da kapısındaki bir ışık olurdum,belki yeni doğan bir
güneşin ışığı en temiz en parlak onun duygularını ve özünü birebir aydınlatan cinsten, onun yuvasında olduğunu
göstermek için...
NOT: Kalbindeki mono sevgiyi emanet edebileceği mono adamı bulan tüm kadınlara saygılarımla...
28 Temmuz 2016 Perşembe
ÇALIKUŞUGİL'LERDEN KAKADUGİL'LERE
Geçen hafta kendimi
yaşlılarla dolup taşmış bir kadınlar gününde buldum... Anneannemin öğretmen
okulundan arkadaşlarıyla aylık kaynaşma
toplantısıydı. Düşünsenize bu kadınların hepsi en az yetmiş sekiz yaşında. 1950'li
yıllardan beri de birlikteler...Masada anlatılan hikayeler dudak uçuklatan
cinsten..Seksen yaşındaki Bedia teyzemin,
gençlik yıllarında ilk beynelmilel ehliyete sahip kadınlardan olduğunu ve ondan
tek başına Türkiye'den Paris'e eşinin yanına nasıl gittiği hikayesini dinledim.
Hala son sürat araba kullanabiliyor.. Gülşen Teyzem ise seksen bir yaşında ortama
pembe bir deri montla katıldı. Benimle çatır çatır eşi öldükten sonra ilk defa
tek başına gittiği Kış Uykusu filmi üzerine sohbet etti. Bu masanın hikayesine
anneannemin dahil oluşu aslında tamamen kumar... Ey saçına ak düşen diyar
kokulu mis kadın ...Mücadelesi daha anne karnında başlamış. Annesi, o dönemde
bahçede çalışan bir köylü kadınıymış. İki çocuk dünyaya getirmiş; ancak
üçüncüye hamile kaldığını öğrenince onu dünyaya getirmek istemeyip çivi sokmuş
defalarca...Kendini hırpalamasına rağmen bir can dünyaya kafa tutarcasına
gelivermiş. Anne karnından başlayan hayatla bu mücadelesi peşini hiç bırakmamış
aslında.
Ülkenin zor yılları, yeni yeni kendini kurtaran ve küllerinden
toparlanmaya çalışan, cefakar, azimli insanların dönemi.. Köy enstütülerinin
çok taze kapandığı yıllarda sadece çok çalışkan olanların gidebildiği öğretmen
okulları ortaya çıkmış. Anneannem ve ablası çok başarılı öğrencilermiş. Çiftçi
babaları modernlikle bağnazlık
arasındaki sıkışmışlıktan mütevellit olacak daha fazla okumalarını istememiş.
Öğretmenleri baskı yapmasına rağmen, çifçi İbrahim bir türlü kızının öğretmen
okuluna gitmesi için gerekli kağıdı imzalamamış. Öyle ya! Yeni modernleşmeye
başlayan ülkenin acemi vatandaşlarıymış onlar. Herkesin kızı evlenirken ya da
bağda bahçede çalışırken,okumakta neyin nesiymiş? Tam bu noktada ablası devreye
girmiş. Kardeşinin okuması için yiyebileceği tüm dayağa rağmen babasının
imzasını taklit ederek o kağıdı imzalamış. Sonuç iki örgüsü omuzlarında, elinde eski bir
bavul minik bir çalıkuşu adayı kendisini Konya'da bulmuş. Bir yatakhane içerisinde
bir sürü ranza.. Tipik bir askeri koğuş gibiymiş. Devasa büyüklükte bir salon
içeride bir sürü minik çalıkuşları, ortada tek bir soba ve buz gibi Konya
iklimi. Hangi kız regl dönemindeyse ona göre ranzası sobaya yakın olan ısınması
için bir diğerine yer verirmiş. Bizim için anlaması ne kadar zor bir durum. Anneannem
Konya ile ilgili anılarından bahsederken Konya'nın bu yobaz görüntüsünün yeni
olmadığının, aslında hiçbir zaman modernleşmek istemeyen ve buna sonuna kadar
direnen belki de yegane il olduğunu
söyler. Hatta o dönemde, Konya'daki öğretmen okulunda okumak için ailesinden küçük
yaşta ayrılan kızların genelev'de
çalışıyor muamelesi gördüğünü anlatır...Tüm meşakkatli yıllara rağmen anneannem
öğretmen okulundan mezun olan ilk kadın
öğretmenlerdendir.. Uzun yılllar öğretmenlik yapan, yağlı boya tabloları olan ,
Fransızca bilen, yakma aletleriyle ahşabı oyarak muazzam tasarımlar yapan, satranç
oynayan, keman çalan bir anneanne...
Bu hikayeye nasıl geldiğimize
gelince.. Uzun yıllardır çocukluk hayalim olan radyo-televizyon-sinema alanı
için çalışıp çabaladığımı biliyorsunuzdur. Esasında pek kimsenin bilmediği kolumda
ekstra bir bilezikte taşırım uzun yıllardır. O da Adana'dan bana miras kalan
Fransızca öğretmenliği diplomam. Bu sene çocukluk hayallerime bir süre ara
vermek için özel bir okulla öğretmenlik anlaşması imzaladım. Çalışacağım okulun kapısına
gelirken aklıma nedense öğretmen olmak uğruna herşeyi göze alan, elinde eski
tahta bavulu, saçında örgüsüyle o minik çalıkuşu anneannem geldi. Her zaman sen
benim torunumsun.. Bu hayatta ne olursan ol en iyisi olacağını biliyorum ama konu
en en en en iyisini olmaksa genlerindeki öğretmenliğe bakmanı isterim der..
Gerçi anneannem Anadolu'nun yokluktan binası bile olmayan köylerine renkli
elini sürmüş naif "ÇALIKUŞUGİLLER"dendi...
Bense çocuklarının okuması için seneliği bilmem kaç bin liraların döküldüğü
özel bir okulun şımarık "KAKADUGİLLER"indendim.
14 Temmuz 2016 Perşembe
MOR LALE
Kirazın içini
açıp bakmadan yemeye cesaret ettiğin günü hatırlıyor musun? Varsın içinde kurt
olsun. Göz görmeyince gönül bile birçok şeye katlanıyorsa bünyem neden minik
bir kurtçuğa karşı kibirlensin ki dediğin günü. Ruhunla harflerin ahengini
teninde bir türlü uyuşturamamıştın... İnce hesapta, minyon mizacını yansıman
kabul edip; son kertede netliği sana veremiyorsa püf noktanın noksan olduğunu anladığın o gün.
Net olmak için belki büyümek lazımdı demiştin. İçindeki kadını keşfetmen
lazımdı. Ben aman dermişim, içimdeki kadını keşfedersem, belki yüzeyimdeki kız
çocuğunu bir daha bulamam diye korkarmışım. Küçük kadın lakabının "küçük"
kısmını o kadar benimseyip "kadın" kısmını fark etmeden örselermişim.
Derken bir gün,
Adam kadına dans
ederken: "Yönlendirme yönlenen ol" diye fısıldadı. İyi de kadın hiç
bilmiyordu nasıl kendini bırakacağını. Ezberden performansların kusursuzluğunda
harcanırken bilmiyordu ki doğaçlamanın en içten dilini. Yirmi altı yaşında dans
ederken rüzgarın himayesine kapılan cılız bir yaprak olmayı öğrenecekti. Bilmiyordu
gözünü kapatıp kendini geriye doğru bıraktığında sapasağlam onu düşmeden tutan
bir adamın ona "güvenmeyi" öğreteceğini... Bir sonraki adımın ne
olacağını hesaplamadan, emeklerken hayata karşı bir direnç gösterecekti. Eskiden
çiçekleri sevmezdi bu kadın, erkek arkadaşlarının kendisine çiçek almalarından
pek haz duymazdı. Meğerse kendisi daha hangi çiçeği sevdiğini bilmeyen bir kadındı. Yirmi
altı yaşında en sevdiği çiçeği buldu . Mor lale... Çünkü o kadar çiçek içinde
hiç kimse ona mor lale almayı düşünmemişti... O andan itibaren mor lale hariç
ona verilmeye çalışılan hiçbir çiçek anlamlı gelmedi ,tıpkı o adamların kendisi
gibi..
Her yerde
zibil gibi türeyen, elini taşın altına koymaktansa, taşı sıkıp suyunu çıkarmayı
yeğleyen adamlara hani "ıssız adam" triplerindeki şu gereksiz
herifçiklere gülmeyi öğrenecekti...Bu da son günlerde sıfat oldu ya başımıza...
Ah Çağan Irmak yaktın bizi.. Hatta hatta bu kadın zamanında maazallah onlardan
bir benzerine aşık olmuşsa bir diğer vaka konusunda dersler çıkartıp tekrarlamayacaktı
... Kimsenin göstermelik sevgilisi değil, kalbi avuç içinde atan bir adamın
diğer eli olacaktı... Damla sakızı kokusuna tarçın karıştıracaktı...Ama sahiplenmeyi
de bilmeyen hiçbir adamı sahiplenmeyecek... Sevgisini paylaşma ve gösterme yol
yordamını içselleştirememiş hiçbir adama kalbindeki tek bir damarı bile
hoplattırmayacaktı... Gerekirse bir ömür evde kalıp mor lale'yi bekleyen deniz kızı kurusu olacaktı... Ama
yine de güzel kalpli bir kadın olmaktan asla vazgeçmeyecekti...
Hani her yaşın bir
güzelliği vardı ya işte en güzel anındaydı bu kadın..Bu arada laf aramızda
ruhunu müziğe, bedenini de ritmin karşısındaki adama emanet etmeyen hiçbir kadın pekte
iyi dans etmiyordur...
22 Mart 2016 Salı
"ÖLEYAZMAK" KURALLI BİR BİRLEŞİK FİİLDİR
Hiç bir çiçeğin açmaya
cesaret edemediği, dallarında tomurcukken buzlandığı garip bir bahardaydık.
Halbuki biz bu bahar en basitinden özgürce nefes almak istemiştik. Varmış gibi gözüken özgürlüğümüz zaten
yanılsamaydı.. Şimdi de sanki bedenlerimiz birer yanılsama..Eskinin duvar
saatleri vardı o oda da uyuyamazdınız tik tak tik tak beyninizi kemirirdi. Bir
aydır beynimde o saatle dolaşıyorum. Ölüme bir kala ölümü bir geçe. Dürüstçesi
gerek ülkenin doğusunda olsun gerekse savaş olan diğer ülkeler için olsun daha
önce empati yapabildiğimi düşünürdüm. Kuru kuruya empati ne mümkünmüş. Bir
acıyı özümsemek için o acıyı teninde hissetmek lazım gelirmiş. Dünya'nın bir çok yerinde hadi bırak onu;
kendi vatanımızın bir parçasında insanlarımız korkudan bir gün sonrası için nefes
almayı dilerlerken biz mışıl mışıl rüyalardaydık değil mi? Haberlerde Cizreli minik
kız : "Duyuyor musunuz silah seslerini? Sadece dışarıda top oynamak
istiyoruz" diye haykırırken onları suni gözyaşlarıyla izleyip sahte
empatilere gark olduk. Bir sonraki haberde unutuldular..
Yaşamanın ne kadar zor
olduğunu, özgürlüğümüzü elimizden alan "güm" diye kulakları sağır
eden bombanın sesiyle anladık. Bir şeyi daha anladık, yıllar sonra "öleyazmak"
birleşik fiilinin cümle içinde nasıl kullanılacağını...O zamanlar çocuk aklımızla anlayamazdık öleyazmanın nasıl bir yaklaşma anlamı taşıdığını... Şimdi biliyoruz ... Aslında bizler hayata
adım atarken en çok ip cambazıyız. Hem de mesleğe en yeni başlayanından, ölümle
raks edercesine. En tepeye çıktık mı önümüzde incecik bir ip parçası. Karşısı
belki bilen için yakın ama bilinmezlikte en ırak. Dengeye karışmış bir dikkatle
ipe basmaya başlarsın. Adım atarken zangır zangır titreyen bacaklarımız mıdır
yoksa bastığımız yer midir? Zordur yürüyebilmesi vesselam ama denemek
zorundasındır. Zaten düşebileceğin gerçeği yüksek bir ihtimaldir ama her yeni
adımında gideceğin yeri düşlersin... Her adımda ümitlenirsin. Bir sonraki
adımını daha dengeli atarsın. Dersin ki ben kıvırdım bu işi galiba artık sonuna
kadar giderim. Derken birden hiç hesapta olmayan dışarıdan bir el uzanır
makasla ipi kesiverir. İvedilikle düşmeye başlarsın. Aslında hep aklındaydı bu
ihtimal ama düşecektiysen de kendinden kaynaklanmasını isterdin. Dışarıdan
gelen müdahale senin iple olan zorlu mücadelende kalleşçedir. Bizim hayatla
mücadelemizde bu aslında. İleri ki yaşlarımız çok hayal ama her gün ona doğru
bir adım atıyoruz.. Ama ya hiç hesapta olmayan biri yanında pimi zank diye
çekerse...Oradan sonrasını bize anlatabilecek biri yok maalesef.
Hani diyoruz
ya hep oradan geçmeseydim ya da o dakika acil bir işim çıkmasaydı, şu,bu
olmasaydı bende orada olup ölecektim. Bizim bir türlü parçası olamadığımız
Dünya'nın bir yerlerinde; birileri güç mücadelesi için birbirleriyle savaşırken
telef olan bizleriz. Hani onlara, insanca nefes alabilmenin yeterli olabildiği
zamanlar hatırlatılsa belki o zaman bize de bir yaşam düşer. Peki siz herşeyi
din uğruna (!) göze alanlar size bir
soru?? Bir ecel-i müsamma'ya inanırız kaçılması mümkün olmayan değişmez
kaderimiz. Bir de ecel-i kaza'ya inanırız hani
bir sebebe bağlı
olarak değiştirilmesi takdir edilmiş eceldir. Yanındaki canavar pimi çekerken
senin lügatında kazara mı ölmüş oluyoruz? Yoksa zaten kaderimizde bir bombacı
tarafından öldürülmek mi vardı? Tabi yaa C şıkkı Takdir'i İlahi'yi unutmuşum
ben.... Bir yerde okumuştum Walter Benjamin canını defalarca alabilecek kadar
morfini hep üzerinde taşırmış...Bizler de artık canımızı defalarca alabilecek
kronik ölüm korkusunu hep cebimizde taşıyoruz...Nabalım Woodstock
Festivalinde Jimi Hendrix ve Jonis
Joplin'i dinleyip savaşa hayır diyip güzel yaşayan o 60' kuşağından olamadık.. Kısmetimize 'Milenyum Kabusu' düştü.
9 Mart 2016 Çarşamba
HAYATIMIZ #FİLTER OLMUŞ FOTOMUZ #NOFİLTER OLMUŞ KİME NE?
Selam güzel insanlar
"lar"diyerek genelledim ama pardon belki de özel olmak
isteyenlerdensinizdir kim bilir. Genele dahil olmak sıkıcıdır çünkü. Rutini
fragmanlara ayıran evrenimde, sıradanla sıradışıyı kesiştirememiştim bir türlü.
Olamamıştı heterojen niteliklerin homojen bir birliği. Griyle hiç
karşılaşamamıştım mesela ben.. Ya siyahtı ya beyaz, ya ateşti ya su...
Sıradanlık yegane günahtır mottosuyla büyümemden mütevellit hep bir
eşiklerdeydim.. Yirmi altı yıllık hayatımın değişmez bir parçasıdır her yeni
tanıştığım insanın sıradan olamaması. Bazen trajik bazen de komik durumlara
açtım tabi gözümü. Sonra dönüp kendi geçmişimi kantardan geçirdiğimde ortaya
çıkan sonuçta pek sıradan değildi hani. Ne persona karmaşası yaşayanlar, ne
şizofrenler, ne manik depresifler, ne sosyopatlar, ne takıntılı tipler gördük
geçirdik... O vakit çuvaldızı batıralım bakalım kendi etimize dedim. Ben ne
kadar normaldim ki ? Ya da marjinalin tanımı biz miydik? Sıradan zevklerim
olmadı hiç, hayatta ne sıradanlaşıyorsa o hep irite etti beni. Belki bu yüzden
hiç sıradan arkadaşlarım olamadı, sorunlarımız bile sıradan değildi. Sıradan
sohbetlerim olamadı. Gerçek olamayacak kadar mükemmel adamların sıradışının
içinde gizlendiğini düşünmüştüm ... Herhalde ondandır sevdiğim adamlar bile
hiç sıradan olamadı. Hep sıradışının kovalayıcısıydım. İnsanları seviş tarzım
sıradan olmadığı gibi, insanlarca sıradan sevilmekte istemedim. Tekliğinde
yegâneliği vardır dedim ve onun peşine düştüm. Halbuki kendimce ne kadar farklı
yetilerim olsa da netice de sıradan yaradılışlıydım. Her insan gibi dünyaya
fırlatılmıştım. Sıradışılık çoğu zaman anlaşılamamama sebep oldu dolayısıyla
bende karşıdakileri çoğu zaman anlayamadım. Sıradışı olana duyduğum müthiş ilgi
ne boyuttaysa o derece sıradışı yaralar aldım. Belki de bu yüzdendi kalp kapımı
her önüme gelene açamayışım. An geldi devran döndü birşey değişti. Kalbim bir
değirmende öğütüldü, un ufak oldu. Sıradaşından korkmaya ve kaçmaya başladım.
Yüreğimin yorgunluğuna şahit, yanımda kalan hiç beklemediğim bir sıradandı.
Oydu meğer hayat boyu özlediğim, yaşamla tüm benliğiyle barışık olan. Sonra bir
gün özendim sıradan olana. Her dengem değişti. Sıradan olanın sadeliği ve
huzuruna iç geçirdim. Charles Bukowski yanılmış olabilir miydi gerçekten?
Bukowski'nin koşar adım kaçmamızı tavsiye ettiği "ortalama insan"
belki de en çok mutlu olan taraftı. Ortalama insandı sorgulamadan anın
mutluluğuna savrulan. Öyle ya sıradışıyken zamanla herşey tükeniyor. Hiçbir şey
sana ilginç gelmemeye başlıyor.
Sıradışıydı asıl
tüketmenin,tükenmenin fitilini ateşleyen. Zevk ve mutluluğa tabi olamayan.
Kibirden burnu, Kaf Dağından daha öte bir dağ var mı acaba diye yeni keşiflere
çıkan. Hep nereden bir hançer yiyeceğim diye tetikte bekleyen. İnsanlara karşı
da en gerçek yüzünü ortaya koyamayan... Güven konusunun kenarından bile
geçemeyen zira sıradışıydı hep narsist olan, erişilemeyen. O aradığınız
kişiye hiçbir zaman ulaşamadığınız, sizi hep daha sonra tekrar arayınız modunda
bırakan. Çünkü o, eserekli hallerle gidendi. Belki de hiçbir zaman olmasını
istediğiniz kalıba girmeyecektir. O kadar uzun zamandır sıradışı insanlarla bir
aradaydım ki zamanla sıradışının ne kadar bayağılaşmaya başladığını anladım.
Çok bayağıydık hepimiz beeee...... Karşıdan bir ayna tutsak kendimize,
tiksinecek kadar hem de... Kusmasak mı dediğimiz anlar bile var mesela : Alkolü
"cool adam" imajı için kullanan adamlardan, sanki yılları devirip
acıları boncuk gibi ipe dizmişte karşıdan onlara
bakıyormuş gibi paylaşılan rakılı-mezeli masa fotoğraflarından, filozof
edasıyla şiirlerden aşırılan satırların klişeleştirilmesinden, birinin
hayatında sevgili olarak var olan ama bir türlü dürüst olmayan bir adamın
cinsel tercihinin müphem bulgular taşımasından, güzelliğin geçici olup
aptallığın baki kalacağı gerçeğinden bihaber Türk kahvesiz kitap okuyamayan
entellektüel seksi kız imajlarından tiksindiğim kadar, herhalde dönerimin
içinden hamamböceği çıksa o kadar tiksinmem. Throwback thursday yok anam flashback
friday... Yaşadığımız her anı kısaltmalara doyamadık. Uzun ve anlamlı olan
herşeyden kaçtık. Tbt,fbf,yds,oks,okb,amk... Dudağınızı daha dolgun gösterecek
mat rujlardan ister misiniz ya da sizin neden arka lopçuklarınız Kim
Kardashian'ın ki kadar olmasın reklamları... Tepemizdeki
büyük birader canım sen hayırdır yaa!!! Hele sen sıradışııı olan, o hep
kaçtığın sıradanlığı bu seferde sen yaratmadın mı? Sıradışı olacağım derken
kendini kocaman bir sıradan deryasında buluvermedin mi? Eskiden dünyayı
gezmek pekte kolay değildi o yüzden ülkeden çıkan herkes kendine farklı şeyler
katarak fark yaratarak dönmüş olurdu. Şimdiyse o bile baydı. Çünkü oturduğumuz
yerden bile gezebildiğimiz bir yüzyılın parçasıyız. Herkes çılgın birer gezgin
oldu.. Her yerde şu şehre gidildiğinde yapılması gereken on şey başlıklı
yazılar.. İyi de kime göre neye göre belirlendi o on madde.. Ben ki bilmediğim
ülkede harita bile kullanmayacak kadar yönlendirilmeyi sevmeyen bir tipim.
Senin belirlediğin on madde aslında benim kaçınmam gereken on madde olmalıydı.
Bende keşfedilmemiş olanların peşine düştüm hep... Çocukluğumdan beri
walkswagen t2 karavanının hastasıyımdır. Son yıllarda o
kadar moda haline geldi ki, bu kendi halinde bohem yaratılışlı sevimli minübüs
bile kendi kendisinden soğudu... Herkese aynı
bakmak ,aynı hissetmek, aynı şekilde tavlamaya çalışmak,herkesin giydiği
şeyleri giymek, herkesin beğeni furyalarına dahil olmak bir o kadar
komik bir o kadar ikirciklendirici... Asıl sıradan olan ortalama insan şimdi
senin yanında ne kadar sıradışı kaldı farketmiyor musun? Anonim olabilmeyi göze
alalım derken yolumuz şaştı neye dönüştüğümüzü bilemedik esasen.
19 Şubat 2016 Cuma
FARAZİ RÜYALAR
Biliyor
musun vakti geldi artık... Kimse sana söylemedi mi hiç? Bilmen lazım
ellerindeki parmaklardır tek sayabildiğin.. Birazdan sen de şu düşen yağmur
damlaları gibi hissedeceksin kendini; her biri tek tek sırılsıklam ıslattıkça
seni..*Doksan yaşıma geldiğimde dilerim bir şimşek çaksın ve gök gürüldeyerek
kulaklarımdan bedenime sızsın.Sallanan sandalyemde bembeyaz ama görmeyeli
fazlasıyla buruşmuş olgun parmaklarımla Janis Joplin'den "Little Girl
Blue"yu gitarımla tıngırdatan çılgın bir yaşlı olayım.Hala aynı notaya
geldiğimde hatalı çalıyor olayım.Hiç üşenmeden başa döneyim. Göstermelik olmayan gerçek bir şöminem
olsun. Mesela, omzuma o an yaşlı bir adam dokunsun. En az şöminem kadar göstermelik olmayan en gerçeğinden bir
el, kendi elimin devamı kadar hissettiğim her gördüğümde ona ilk aşık olduğum
günkü gibi beni heyecanlandıran cinsten, bilebildin mi? Yılları birlikte
devirmiş olalım ama hala birbirimizi tanımıyor olalım. Ona baktığımda hala ne
düşündüğünü merak edeyim. O da bana bakınca yine zihninde ne tilkiler dolaşıyor
acaba diye gözlerimin içine cesaret dolu bakabilsin. Ünlü beslenme uzmanlarına
el hareketi çekip doksanımızda kokoreç yemeye gidelim. Kapalı fizik tedavi
salonlarını kınayıp doğa yürüyüşlerine çıkalım. İki yürüyelim üç çimlerde
uyuyalım. Dünyanın haritası biz olduk diyelim. Ne çok gezdik , ne çok ait
olamadık hiçbir yere, hiç kimseye diyelim. Ne o ben olmuş olsun ne ben o. Tıpkı
Ying Yang gibi birbirimizden o kadar zıt ama birbirimizin tamamlayıcısı olalım.
Sonra birden düşündüm gelecek çok gelecekteydi. Daha dün dibinde bomba patlayan
bastığı yer sarsılan bir gençtim. Öyle gürültüde insanın aklına bunların
hiçbiri gelmiyor. Bir saniye ilerisini bile düşünmeye korkuyorsun. Patlamanın
olduğu alana mı gitsek? Belki yardıma ihtiyacı olanlar vardır? Sonra bir
patlama sesi daha duyuyorsun bu seferki daha güçlü zangır zangır bacakların
titriyor. O an biri ismini sorsa belki ona bile cevap veremezsin. Arkadaşına
bakıp koşsak mı diye düşünüyorsun ama buradan çıksak ya üçüncü bombayı
atarlarsa diye kıpırdayamıyorsun. Birkaç saniye sonra telefonumuz çalıyor ailelerimize
iyiyiz diyebiliyoruz sadece. Hemen ardından zihnimiz sakinleşmeye başladıkça
aklımıza o çevreye doğru gelecek olan ya da oralarda olabileceğini tahmin
ettiğiniz kişiler geliyor. Ambulans sesleri kulaklarımızda çınlıyor. Metro
kapatılmış biz eve nasıl dönsek diye düşünürken her yerde şüpheli paketler
fünyeyle patlatılıyor bunun sesinin de bombanın sesinden geri kalır bir yanı
yok. Tam önümüzde patlıyor bir tanesi biz yine bomba patladı zannediyoruz. İnsanlar korkarak taksilere saldırıyor ama
nafile yollarda kapatılmış. Biz en az iki semt kadar koşuyoruz tepemizde
helikopter sesleri. Nefes alıyorduk ya yaşıyor mu oluyorduk biz şimdi? Belki
kurduğun hayaller ancak sıcak evinde Eirlys Myfanwy
Davies'den "Dido's Lamen"i dinlerken elinde sıcak tarçınlı
çikolatayla keyifli ama ne kadar sahte yaşıyoruz. Her gün bir evcilik oynuyoruz
gerçek olacağından asla emin olamayacağın ama gerçekmişçesine sürdürdüğün bir
oyundayız. Bu patlamayı "o,bu,şu" ya da
"onlardan,bunlardan,şunlardan" kim yaptı? Bu konu üstüne bir sürü
açıklama yapılıyor. Bir o kadar da öncesinde ve dahi sonrasında biz tartışmış
olalım. Sonuç ne biliyor musun? Yürek yakan buruk bir acı havaya uçtu...Dün iki
yüz metre ilerimizde can veren insanlarında bırak doksan yaşına gelmeyi yarını görmek istedikleri
hayalleri yok muydu? Bir emirle bir sürü insanın öldüğü, doğayı koruyorlar diye
bile insanların şiddete maruz kaldığı, gece geç saatte dışarıda olanın tecavüz
edilmeye müsait olduğunun düşünüldüğü bir ülkedeyiz. Bugünde tesadüfen
yaşıyoruz diye sevindiğimiz sonra sevindiğimiz için kendimizden tiksindiğimiz
günlerdeyiz. "Zor" üç tanecik harften oluşmasına rağmen ne kadar
taşıması ağır bir kelime. Hayaller zor. Umut zor. Yaşamak zor. Gelecek ??? En basiti insan olarak birbirimizi sevmekti
onu bile beceremedik bir araya geldiğimizde bize boş, gözlerimizi kaçırdığımız
anlamsız bakışlar kaldı...
*Janis Joplin
"Little Girl Blue" şarkı sözü çevirisi
7 Ocak 2016 Perşembe
SİS
Gece henüz gençti...Karanlık,
sokak lambasından süzülen ışık demetiyle cilveleşiyordu. Adımlarımla sisli
gecenin perdesini aralarken yazdığım yazıların edebiyata ne kadar hasret
kaldığını düşünüyordum. Çünkü son zamanlarda yazılarımı gündüzleri yazıyordum.
Halbuki geceydi tüm yaralarımıza o tuzu
zevkle basan, bazen de tüm kusurlarımızın üstünü şefkatle örten. İşte tam o an
anlamıştım aslında Ahmet Haşim'in neden en çok akşamı sevdiğini. Çünkü
yüzündeki derin çıban izleriyle kendisini çirkin bir adam gibi hissediyordu
ancak ne zaman gece gelse karanlık herkesin yüzünü görünmez ve eşit kılar diye
düşünüyordu. Haksızda değildi hani. Ben geceden koşarak kaçarken ilham
perilerimde inceden firardaydı. Sadece geceden uzaklaşmamış aynı zamanda
insanları da gözlemlemeyi bırakmıştım. Kendi dertlerime o kadar dönmüştüm ki
benden başkası yoktu dünyada sanki. Narsistliğin sınırlarını zorluyordum. Bakmazsan
tanıyamazsın, tanımazsan ona temas edip onu yazamazsın . Sisli gecemde o kadar
derin düşüncelerle yürüyordum ki ayağıma takılan çantayı bile fark edememiştim.
Tökezledim,yere kapaklanmama bir nefeslik boşluk kalmıştı. Bir baktım ayağıma
tanımadığım bir çanta dolanmış. İçinden de
kitaplar düşmüş. O kadar umursamazdım ki
mütemadiyen özür dileyen bu genç adama olabilecek en kaba ve çatık kaşlı
halimle: "Dikkatli olsanıza ama
pardon siz erkekler anca kırıp döküp, düşürmeye çalışmaktan anlarsınız" diye
pöykürdüm. Tam olarak beş adım atarak ondan uzaklaşırken derinlerimde gizlenmiş
insan yanımdan koca bir tokat yedim. Ulan! dedim. Afedersiniz mevzu bahis
kendim olunca öyle de kaba konuşurum kendimle neyse : "Ulan yardım etsen
elin aşınmaz ya ,ne de olsa zamanında yıldızları saymışlığın kadar insanları
sevmişliğin var " dedim. Geri döndüm kitaplarını toplamasına yardım etmek
için eğildim. Üzgünüm insanları sevmediğim bir dönemimdeyim kaba olmak
istemezdim dedim. Kitapları elimden alırken kırılgan naif bir şekilde
gülümsedi. Tanıştığım insanların dörtte üçü halden anlama özürlüsü neyse ki siz
onlardan değilmişsiniz önemli değil, güzel geceler dedi ve yürümeye başladı. Sisli
gecede önümde ilerleyen bu tanımadığım genç adamı birden merak etmeye başladım.
O hızlı adımlarla ilerlerken, benim de hiperaktif hayal gücüm devreye
girdi. O an düşle gerçek arasında
bocaladım sis miydi benim kafamı karıştıran? Nereye gidiyordu acaba? Öğrenci olduğunu
sanmıyordum. Kılık kıyafeti, çantasının stili ve düşen kitaplar akademisyen
olduğunu düşündürüyordu. Umarım akademisyen değildir diye bulduğum ilk elektrik
direğine en batıl yanımla kulağımı çekip tıklattım. Kibar bir adam olduğu
aşikardı. Kitapları uzatırken sağ elinin baş parmağındaki tırnağın uzun
olduğunu görmüştüm. İşte bir ipucu daha muhtemelen gitar çalıyordu ne hoş. Ses
tonu da çok tumturaklıydı çalarken de bu güzel sesin hakkını verip şarkı
söylüyor muydu acaba? Aceleyle ilerleyen adımları onu sevdiği kişiye
yetiştirmek için miydi ? Belki de tiyatroya yetişmeye çalışıyordu ama yok saat
biraz geçti. Tiyatro olmasa bile belki sinemada gece seansına yetişmeye
çalışıyordu. Belki de benim gibi tez
yazıyordu ve aceleyle eve gidip kaybettiği zamanı telafi etmek için deli gibi
çalışmayı düşünüyordu. Hayatla barışık olduğu kesindi. Çünkü yüzünde hiç kimsenin
eskitemeyeceği bir gülücük taşıyordu.Uzun zamandır kutsal sancının mahkumu olan,
mütemadiyen kırk bir derece hararetle çalışan dimağa sahip adamlara
rastladığımdan bu derece huzurlu dingin bir adamın varlığı beni şaşırtmıştı
doğrusu. Adımlarını kısa tutuyordu demek ki hayatı büyük adımlarla hoyratça harcamıyordur
dedim. Kafasını hafif yana çevirdi ama sonra geri önüne döndü. Birkaç saniyeden
daha fazla dayanamadı, mahcup bir ifadeyle bana baktı ve tebessüm etti. Gülmeye
cesaretli dedim , evrenin dilini arayan bir kişi için cesur oluşu ne büyük bir
erdemdi. Sonra ne mi oldu tabi ki hayat
karşımıza yol ayrımını dayadı. Adımlarım devam ederken fark ettim ki şu kısa
sürede bir insan hakkında hayal kurup onu betimlemeye çalışmışım. Aslında bende
cesurdum çünkü geri dönüp ona bakmayı tercih ettim. Baktığım bu genç adam kara
kalemimin ucunda biçimlenmeyi bekleyen bir eskiz gibiydi. Önümde giderken
edebiyatın kanatlarıydı bana rüzgar olan. Belki de gerçek bile değildi sisten
kafam karışmıştı hepsi bu...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)