15 Eylül 2016 Perşembe

ZAKKUMUN KÖKÜ

                    Derken yine ben gittim... Herhangi bir ülkenin herhangi bir ilinin herhangi bir beldesinin herhangi bir zamanındaydım... Üç noktaydı hayallerim... Ahmet Haşim'in yüzündeki derin çıban yaralarını sakladığı geceydi en yakınım...Arkamda bıraktıklarım  yüreğimdeki çıbanlardı..Geceye sığınmıştım onların izlerini saklasın diye..Üfleyerek geçmeyecek yaralarım olduğunu görenler kaçtı... Uzak durduklarım yaklaştı, yakın durduklarım uzaklaştı. Hevesli bir yürekken bitkin düştüm...Hani en sevdiğiniz kazağınızı hep giyersiniz ve bir gün bir bakarsınız topak topak olmuştur ya... Benim kalbimde belli ki topaklanmıştı.  Ayna ayna dile gelir misin bana: "Tecrübesizlik devranı döndürdü getirdi mi bana tecrübe? O kadar dünyanın birçok yerini gezdim dönebildim mi en başladığım yere? Keşfettim mi güvende saklı duran tekinsizliği ? diyordum kendi kendime... Her yeni şehirde her yeni çehrede aç bir kurt misali yeni bir hikaye arıyordum aslında... Adımlarım beni eski bir Rum meyhanesine getirdi.. İki üç demlenir kalkarım diyordum. Yan masama iki tatlı genç oturdu. Hani onlar için sevgili desek değiller, arkadaş desek hiç değilller, dost mu deseydik bilmem ki neyse bırakalım her ne iseler öyle kalsınlar... Kadın : "Beni hiç tanımıyorsun" dedi adama.. Adam meydan okurcasına: "Sen de beni hiç tanımıyorsun" dedi.. Masanın amacı o halde belliydi..Onlar  çok tanışkan bir ikiliydi... Adam kadına seslenirken kısa bir an onun da adının Deniz olduğunu duydum ... Hah vre pedimu dedim bu da Deniz ise buradan bana baba hikaye çıkar. Utanmasam kalemi kağıdı masaya koyup analize başlayacaktım.. Deniz, tam Ozan Önen'in rakı içen kadını seveceksin dediği cinstenti... Normalde rakı ritüeli olan bir hatun gibiydi. Ama gözlerinde daha önce kendimden aşina olduğum bir güvelenmişlik vardı. Belli ki ara vermişti demlenmelere dertleşmelere. Dur adaşım yanındaki adam değer mi yeniden başlamaya ... Değer mi güvenmeye diye dürtecektim de ... Sana ne be yaşayacak benim! dese bozulurum diye cesaret edemedim. Adamı yan bakışla incelemeye başladım..  Çok yakın bir arkadaşımın erkekleri sınıflandırma biçimi, nedense benim hep karakter analizinde işimi kolaylaştırmıştır. Karşımdaki gözleriyle ve dudaklarıyla gülen bir adam mıydı? Cık.. Peki tüm mimikleri gülerken suratına eşlik mi ediyordu ...Cık... Peki hiç değilse dudaklarıyla tebessüm ediyordur zira ediyorsa ucundan çapkındır? Cık... Haydaaa güldüğü anlaşılamayan mimiksiz, bir o kadar da bolca hissiz, az birazda tekinsiz bir adama çarpmıştı kadın... Hissizliğini saklamak için romantik bir maske yaratmış gibiydi.. Hani vardır ya bir kadının doğum gününü kutlamak için üç kelimeyi bir araya getirmekten aciz adamlar. Lakin kantarın topuzu kendini dürtünce sayfalarca şiir yazıp herkesin beğenisini kazanmaya çalışan tipler.. Aha tam da böyle biri gibiydi yan masadaki adam.. Kişilerle kendine dair pek bir şey paylaşmayı sevmeyen tiplerden çünkü paylaşırsa sanki her an yara alacakmış gibi hissederler ya işte öyle bir cinsti.. Hani vardır ya hiçbir kadınla anı biriktirme cesareti olmayan adamlar, ama bunu böyle diyemezler. Ben aşka cesaretsizim, sevme yoksunuyum diyemezler de nedense hep hayırsız bir kadın tarafından arkada bırakıldıkları terkediliş hikayesinin yamacına sığınırlar. O kadını yıllarca aşamamışlardır ,asıl konu halbuki o kadın değildir... Ama onlar bunu kabullenemezler niye çünkü egoları dayanmaz. İçlerindeki sevme ve sevilme korkağı buna izin vermez.. Eski bir hikayede gizlenmiş bir kadının arkasına sığınmak daha kolaydır. Başka bir kadının tenine tırnağının ucu bile temas edebilmişse sen o kadını çoktan unutmuşsundur ki birader.. İlişkilerden fıymak için bu adamlar herşeyi zamana bırakırlar neden çünkü eski yaraları aşamamışlardır. Peki nasıl oluyor da vücutlarındaki hormonlar hadsizce sınırları aşabiliyor..Pardon bunlar erkekti unuttum... Hırsla tekrar yan masadaki adama baktım... Masada kadına : "Hayattaki en büyük amacım iyi bir adam olabilmek" dedi. Kadın etkilenmişe benziyordu. Dönüp : " Salaksın hatun iyi bir adam olma arayışındaysa iyi bir adam değildir.. Ki bu arayıştaysa daha bir ömür o arayışı sürdürecektir. Belki de asla adam olamayacak biriyle karşı karşıyasın topukların götüne vurarak kaç" diyecektim de yine yutkundum .. Genel de biz Deniz'lerin yaşam algısı pek zayıf olmaz ama biraz saf mıydı neydi bu yanımdaki Deniz.. Muhabbet muhabbeti açmış, hatıranın birini bitirip diğerine geçiyorlardı.. Tabi bardaklarda onlara eşlik ediyordu.. Uzun zaman ara verilişlerin temel sorunudur .. Ne muhabbet ne aslan sütü kabında durduğu gibi durmaz.. Kadının bakışları puslandı. Hesabı ödeyip kalktılar. Ben boş durur muyum onların peşinde adeta bir iz sürücüsü gibiydim. Kadın kumsala daldı.. Belli ki tüm tatilden beklentisi o kumlara uzanıp dalga seslerini ninni yaparcasına mışıl mışıl uyumaktı... Kusma isteği geldi ama o da kusamayanlardanmış.. Denize hafif eğildi... Bir de adama bağırmaya başlamasın mı ?  "Bırak beni Deniz bana zarar vermez.. Deniz beni temizler..." Kahkaha attım istemsizce, o an benim varlığımı farkettiler ama pek umursayacak halde değillerdi neyse ki.. Benim hoşuma gitmişti çünkü bende hep öyle düşünürüm. Küçükken her yıl bütün üzüntülerimi içime atıp yıl içinde asla ağlamayıp ne zaman denize gitsek gözyaşlarımın denizin suyuna karışıp yok olmasını seyrederdim... Herhalde bundandır bende tıpkı bu kadın gibi tüm kötülüklerin, tüm pisliklerin, tüm acıların deniz suyuyla çekip gittiğine inanırım..Hay bin kunduz bilinçaltı işte :) Ama ne yalan söyleyeyim adam beni şaşırtmıştı.. Öyle ya bırakıp gidebilirdi ama bakıyordum da baya sahiplenmişti.. Fazla aşkın olduğu yerlerden ben kendime hikaye bulamam ... Bu gecenin acı kotası belli ki tükenmişti..Onları mutlu son bekliyor herhalde diye arkamı dönüp gittim.                     Aradan birkaç gün geçti ben yine sahilde yürürken bu kadına denk geldim. Tek başına üzgünce oturuyordu.. Bu sefer tutamadım kendimi : "Pardon oturabilir miyim yanınıza?" dedim. Biraz yadırgadı ama sessizce başını salladı.. "Bazen tanımadığınız ve bir daha asla görmeyeceğiniz kişiye herşeyi anlatmak iyi gelir" dedim.. Kadın zaten hazır bekler gibiydi. "Kısa sürede daha önce hiç tanımadığım birinden etkilendiğimi sandım..Hayatımda ilk defa tanımadığım bu adama güvendim istemsizce" dedi... Hikayeniz bitti herhalde dedim.. Bitmesi için başlaması gerekir değil mi?" dedi.. Halbuki o gece kumsalda başlamış gibiydiler. Yoksa bende mi biraz saftım.. "Zaman(!) değil mi?" dedim. "Zaman" dedi acı bir gülümsemeyle "Üzülmeyin doğru kişi değilmiş demek ki" dedim. "Biliyor musunuz hayatıma girdiği günden beri hayatımda ne kadar eşya varsa hepsinin bir teki kaybolmaya başladı" dedi. "Nasıl yani?" dedim. "Açıklaması zor ama adeta eşyalarımın hepsinin tek eşleri de beni terketmeye başladı" dedi. "Eşyaların diğer eşlerini sonradan bulabiliyor musunuz?" dedim. "Yok hala hepsi kayıp" dedi... "Peki kalbinizin yarısı ne durumda?" dedim... "Aaa bir dakika daha önce hiç bakmak aklıma gelmedi" dedi. Elimi kalbinin üzerine koydu. "Siz bakın orada mı?" dedi. Atmıyordu... Eee aşk dedim. Aşk herşeyin eşini kaybettirir... "Ama ben aşık olmayı bilmeyen bir adama kalbimden zerre parça veremem" dedi. "Aşkın aşk olduğunu bilmiyorsa illaki onun diyarında bunun başka bir adı vardır. Belki o sevgi diyordur... Belki güven diyordur.. Belki huzur diyordur.. Ama siz yine de güzel bir yaz anısıydı diyip önünüze bakın" dedim.. "Yazar mı bana?" dedi.. "Emin olun yazmaz" dedim.."Özlüyorum onu" dedi. "Çok normal çünkü avuç içleri birbirine değen insanlar birbirilerine hep aşina kalırlar" dedim. "Özel günlerde belki yazar" dedi... "Bence asıl öyle zamanlarda yazmasın" dedim. "Bana sen zor bir kadın değilsin zorlukları olan bir kadınsın dedi ... Bu kötü birşey mi sizce?" dedi... "Bilmem neden ona sormadınız?" dedim... "Ben birine o an sinirlendiğim zaman susmayı tercih ediyorum. Herhalde tek bir harfi bile kendimden daha fazla paylaşmak istemediğimden" dedi. "Belli ki o sizi yüzeyde bırakmış.. Derinlerinize cesareti yokmuş  boş verin, hem o da çok yorgun ruhlu bir adam demek ki belki de sizle birlikte daha fazla yorulmak istememiştir" dedim... Erkek milleti değil mi hepsi zıkkımın kökünü yesin" dedim. "Yalnız o zakkumun kökü" dedi.. "Pardon nasıl yani?" dedim. "Zakkum zehirli bir bitkidir.. Eskiler zakkumun kökünü ye diye kullanırlardı. Zaman içinde değişe değişe olmuş bizim zakkum bir zıkkım" dedi.. O zaman düzeltiyorum bu erkeklerin hepsi zakkumun kökünü yesin diyerek müsade istedim. Arkama hiç bakmadan oradan uzaklaştım... Burada hiç hikaye bulamadığımı düşündüm ve otele dönüp sırt çantamı topladım... Yeni çehrelerde yeni hikayeler aramaya hazırdım.. Otobüste defterime bir iki satır karalayım dedim... Kalemin mürekkebinden yayılan ilk cümle zakkumun köküydü... Desenize pekte boş ayrılmamıştım bu sahilden de.. :)















3 Ağustos 2016 Çarşamba

MONO HİSLER KUMPANYASI

         

              Afrika'dan bir dost'a selam olsun. Geçenlerde dedi ki bana : "Sanatı işte bu yüzden seviyorum." Her yiğidin bir yoğurt yiyişi varsa..Her duygunun da bir suya yansıması vardır.. İnsanlar yazılar yazıyor ,tablolar, heykeller yapıyor, fotoğraflar çekip, filmleri beyaz perdeyle öpüştürüyorlar.. Peki bunlar kimin için?? Bu eserlerin kelebek kanatlarındaki renkler kimin renkleri? Bazen gururdan,egodan ve  kibirden kendileri için ama birçoğunda birilerine anlatamadıkları bir şeyleri anlatmak için. Gel gelelim ben hiçbir zaman emin olamam karşıdaki kişinin paylaştığı bir hissin beni ufacıkta olsa yansıtıp yansıtmadığına. Çünkü korkarım gururdan, egodan, kibirden.. Bazen de benim anlayamama sebebim karşımdakinin yaşam tarzındandır... Hayatından çok kadın geçmiş adamlara baktığında insanın kafası karışır... Ne kadar çok kadın geçmişse gönlünden o kadar çok iz o kadar çok yara o kadar çok anı ve laf türer. Dolayısıyla sen bir türlü kendi üzerine alamazsın.. Almak istersin, bir insanda ufakta olsa bir iz bıraktığının kanıtını görmek istersin. Tabi ki bu sanat eseri benim için demek geçer içinden.. O zaman da karşıdan çok komik durmaz mısın?? Biraz da eskisi kadar aşka cesaretim mi kalmadı diye düşünür oldum. Belki de cidden genç yaşta yaşlanmaya ve dahi paslanmaya başlıyor kalp kapakçığım..Eminlik arıyorsun ya hani o zaman aşk ne arasın orada.. Hani bu iş biraz yükseklik korkusu olup bir yerden bilmediğin sulara atlamak gibi... Tam cesaretini toplarsın o kalpteki yansımanı görürsün..İşte hep böyle kritik anlarda sol omzunda belirmez mi minyatürleşmiş şeytani sen..Demez mi saçmalama ya sen değilsen, bu basit bir olay..O kişi sen olsan şimdiye kadar elle tutulur somut bir ilgi belirtisi daha olması gerekmez mi diye.. Belki de sorun tamamen ondadır der. İçinde dağları yerinden oynatacaksın ve bu senin elinden gelecek adam ama sesin karşındakine şüpheden ulaşamayacak pek dramatik... Gerçi bende buna benzer şeyler hep yaşarım. Bir yazı yazmıştım tek bir insanı düşünerek. Halbuki en yakın dostum beni benden iyi tanıdığı için bu yazı da tek bir adam yok demişti. Sonra üzerine düşündüm tek tek cümlelerimi gözden geçirdim. Cümlelerdeki her bir kelimeyi sorguladım. O kelime sadece o kişiyi mi anımsatıyor diye.Cevap hayırdı. Baştan aşağı ona ait yazdığımı sandığım yazının kelimelerinin ucu başkalarına da değiyordu. O zaman dedim ki bundan sonra  tek bir kişi için yazdığım yazıların bütün ucu sadece ona çıkacaktı ki şüpheye yer vermesin diye. Mono hislerin değerinde kavruldum...  Bir his var daha önceki hislerden farklı sanki daha ağır ama bir o kadar hafifletici.. Yüreğimdeki bukağıyı açmak için zorlarcasına. Bir açabilse ben onun aynası olacakmışım gibi,ne düşündüğünü yansıtmak için..Ne olduğunu daha bilmiyorsa ben rüzgar,yağmur ve günbatımı olurdum ya da kapısındaki bir ışık olurdum,belki yeni doğan bir güneşin ışığı en temiz en parlak onun duygularını ve özünü birebir  aydınlatan cinsten, onun yuvasında olduğunu göstermek için...
NOT: Kalbindeki mono sevgiyi emanet edebileceği mono adamı bulan tüm kadınlara saygılarımla...

28 Temmuz 2016 Perşembe

ÇALIKUŞUGİL'LERDEN KAKADUGİL'LERE

                    Geçen hafta kendimi yaşlılarla dolup taşmış bir kadınlar gününde buldum... Anneannemin öğretmen okulundan arkadaşlarıyla  aylık kaynaşma toplantısıydı. Düşünsenize bu kadınların hepsi en az yetmiş sekiz yaşında. 1950'li yıllardan beri de birlikteler...Masada anlatılan hikayeler dudak uçuklatan cinsten..Seksen yaşındaki  Bedia teyzemin, gençlik yıllarında ilk beynelmilel ehliyete sahip kadınlardan olduğunu ve ondan tek başına Türkiye'den Paris'e eşinin yanına nasıl gittiği hikayesini dinledim. Hala son sürat araba kullanabiliyor.. Gülşen Teyzem ise seksen bir yaşında ortama pembe bir deri montla katıldı. Benimle çatır çatır eşi öldükten sonra ilk defa tek başına gittiği Kış Uykusu filmi üzerine sohbet etti. Bu masanın hikayesine anneannemin dahil oluşu aslında tamamen kumar... Ey saçına ak düşen diyar kokulu mis kadın ...Mücadelesi daha anne karnında başlamış. Annesi, o dönemde bahçede çalışan bir köylü kadınıymış. İki çocuk dünyaya getirmiş; ancak üçüncüye hamile kaldığını öğrenince onu dünyaya getirmek istemeyip çivi sokmuş defalarca...Kendini hırpalamasına rağmen bir can dünyaya kafa tutarcasına gelivermiş. Anne karnından başlayan hayatla bu mücadelesi peşini hiç bırakmamış aslında. 
                 Ülkenin zor yılları, yeni yeni kendini kurtaran ve küllerinden toparlanmaya çalışan, cefakar, azimli insanların dönemi.. Köy enstütülerinin çok taze kapandığı yıllarda sadece çok çalışkan olanların gidebildiği öğretmen okulları ortaya çıkmış. Anneannem ve ablası çok başarılı öğrencilermiş. Çiftçi babaları  modernlikle bağnazlık arasındaki sıkışmışlıktan mütevellit  olacak daha fazla okumalarını istememiş. Öğretmenleri baskı yapmasına rağmen, çifçi İbrahim bir türlü kızının öğretmen okuluna gitmesi için gerekli kağıdı imzalamamış. Öyle ya! Yeni modernleşmeye başlayan ülkenin acemi vatandaşlarıymış onlar. Herkesin kızı evlenirken ya da bağda bahçede çalışırken,okumakta neyin nesiymiş? Tam bu noktada ablası devreye girmiş. Kardeşinin okuması için yiyebileceği tüm dayağa rağmen babasının imzasını taklit ederek o kağıdı imzalamış.  Sonuç iki örgüsü omuzlarında, elinde eski bir bavul minik bir çalıkuşu adayı kendisini Konya'da bulmuş. Bir yatakhane içerisinde bir sürü ranza.. Tipik bir askeri koğuş gibiymiş. Devasa büyüklükte bir salon içeride bir sürü minik çalıkuşları, ortada tek bir soba ve buz gibi Konya iklimi. Hangi kız regl dönemindeyse ona göre ranzası sobaya yakın olan ısınması için bir diğerine yer verirmiş. Bizim için anlaması ne kadar zor bir durum. Anneannem Konya ile ilgili anılarından bahsederken Konya'nın bu yobaz görüntüsünün yeni olmadığının, aslında hiçbir zaman modernleşmek istemeyen ve buna sonuna kadar direnen belki de  yegane il olduğunu söyler. Hatta o dönemde, Konya'daki  öğretmen okulunda okumak için ailesinden küçük yaşta  ayrılan kızların genelev'de çalışıyor muamelesi gördüğünü anlatır...Tüm meşakkatli yıllara rağmen anneannem öğretmen okulundan mezun olan  ilk kadın öğretmenlerdendir.. Uzun yılllar öğretmenlik yapan, yağlı boya tabloları olan , Fransızca bilen, yakma aletleriyle ahşabı oyarak muazzam tasarımlar yapan, satranç oynayan, keman çalan bir anneanne...
              Bu hikayeye nasıl geldiğimize gelince.. Uzun yıllardır çocukluk hayalim olan radyo-televizyon-sinema alanı için çalışıp çabaladığımı biliyorsunuzdur. Esasında pek kimsenin bilmediği kolumda ekstra bir bilezikte taşırım uzun yıllardır. O da Adana'dan bana miras kalan Fransızca öğretmenliği diplomam. Bu sene çocukluk hayallerime bir süre ara vermek için özel bir okulla öğretmenlik anlaşması imzaladım. Çalışacağım okulun kapısına gelirken aklıma nedense öğretmen olmak uğruna herşeyi göze alan, elinde eski tahta bavulu, saçında örgüsüyle o minik çalıkuşu anneannem geldi. Her zaman sen benim torunumsun.. Bu hayatta ne olursan ol en iyisi olacağını biliyorum ama konu en en en en iyisini olmaksa genlerindeki öğretmenliğe bakmanı isterim der.. Gerçi anneannem Anadolu'nun yokluktan binası bile olmayan köylerine renkli elini sürmüş naif  "ÇALIKUŞUGİLLER"dendi... Bense çocuklarının okuması için seneliği bilmem kaç bin liraların döküldüğü özel bir okulun şımarık  "KAKADUGİLLER"indendim.



14 Temmuz 2016 Perşembe

MOR LALE

              

                   
               Kirazın içini açıp bakmadan yemeye cesaret ettiğin günü hatırlıyor musun? Varsın içinde kurt olsun. Göz görmeyince gönül bile birçok şeye katlanıyorsa bünyem neden minik bir kurtçuğa karşı kibirlensin ki dediğin günü. Ruhunla harflerin ahengini teninde bir türlü uyuşturamamıştın... İnce hesapta, minyon mizacını yansıman kabul edip; son kertede netliği sana veremiyorsa  püf noktanın noksan olduğunu anladığın o gün. Net olmak için belki büyümek lazımdı demiştin. İçindeki kadını keşfetmen lazımdı. Ben aman dermişim, içimdeki kadını keşfedersem, belki yüzeyimdeki kız çocuğunu bir daha bulamam diye korkarmışım. Küçük kadın lakabının "küçük" kısmını o kadar benimseyip "kadın" kısmını fark etmeden örselermişim.  Derken bir gün,
                  Adam kadına dans ederken: "Yönlendirme yönlenen ol" diye fısıldadı. İyi de kadın hiç bilmiyordu nasıl kendini bırakacağını. Ezberden performansların kusursuzluğunda harcanırken bilmiyordu ki doğaçlamanın en içten dilini. Yirmi altı yaşında dans ederken rüzgarın himayesine kapılan cılız bir yaprak olmayı öğrenecekti. Bilmiyordu gözünü kapatıp kendini geriye doğru bıraktığında sapasağlam onu düşmeden tutan bir adamın ona "güvenmeyi" öğreteceğini... Bir sonraki adımın ne olacağını hesaplamadan, emeklerken hayata karşı bir direnç gösterecekti. Eskiden çiçekleri sevmezdi bu kadın, erkek arkadaşlarının kendisine çiçek almalarından pek haz duymazdı. Meğerse kendisi daha hangi çiçeği sevdiğini bilmeyen bir kadındı. Yirmi altı yaşında en sevdiği çiçeği buldu . Mor lale... Çünkü o kadar çiçek içinde hiç kimse ona mor lale almayı düşünmemişti... O andan itibaren mor lale hariç ona verilmeye çalışılan hiçbir çiçek anlamlı gelmedi ,tıpkı o adamların kendisi gibi..
                 Her yerde zibil gibi türeyen, elini taşın altına koymaktansa, taşı sıkıp suyunu çıkarmayı yeğleyen adamlara hani "ıssız adam" triplerindeki şu gereksiz herifçiklere gülmeyi öğrenecekti...Bu da son günlerde sıfat oldu ya başımıza... Ah Çağan Irmak yaktın bizi.. Hatta hatta bu kadın zamanında maazallah onlardan bir benzerine aşık olmuşsa bir diğer vaka konusunda dersler çıkartıp tekrarlamayacaktı ... Kimsenin göstermelik sevgilisi değil, kalbi avuç içinde atan bir adamın diğer eli olacaktı... Damla sakızı kokusuna tarçın karıştıracaktı...Ama sahiplenmeyi de bilmeyen hiçbir adamı sahiplenmeyecek... Sevgisini paylaşma ve gösterme yol yordamını içselleştirememiş hiçbir adama kalbindeki tek bir damarı bile hoplattırmayacaktı... Gerekirse bir ömür evde kalıp mor lale'yi bekleyen deniz kızı kurusu olacaktı... Ama yine de güzel kalpli bir kadın olmaktan asla vazgeçmeyecekti...

Hani her yaşın bir güzelliği vardı ya işte en güzel anındaydı bu kadın..Bu arada laf aramızda ruhunu müziğe, bedenini de ritmin karşısındaki adama emanet etmeyen hiçbir kadın pekte iyi dans etmiyordur...



22 Mart 2016 Salı

"ÖLEYAZMAK" KURALLI BİR BİRLEŞİK FİİLDİR

   
                       Hiç bir çiçeğin açmaya cesaret edemediği, dallarında tomurcukken buzlandığı garip bir bahardaydık. Halbuki biz bu bahar en basitinden özgürce nefes almak istemiştik. Varmış gibi gözüken özgürlüğümüz zaten yanılsamaydı.. Şimdi de sanki bedenlerimiz birer yanılsama..Eskinin duvar saatleri vardı o oda da uyuyamazdınız tik tak tik tak beyninizi kemirirdi. Bir aydır beynimde o saatle dolaşıyorum. Ölüme bir kala ölümü bir geçe. Dürüstçesi gerek ülkenin doğusunda olsun gerekse savaş olan diğer ülkeler için olsun daha önce empati yapabildiğimi düşünürdüm. Kuru kuruya empati ne mümkünmüş. Bir acıyı özümsemek için o acıyı teninde hissetmek lazım gelirmiş.  Dünya'nın bir çok yerinde hadi bırak onu; kendi vatanımızın bir parçasında insanlarımız korkudan bir gün sonrası için nefes almayı dilerlerken biz mışıl mışıl rüyalardaydık değil mi? Haberlerde Cizreli minik kız : "Duyuyor musunuz silah seslerini? Sadece dışarıda top oynamak istiyoruz" diye haykırırken onları suni gözyaşlarıyla izleyip sahte empatilere gark olduk. Bir sonraki haberde unutuldular..
                         Yaşamanın ne kadar zor olduğunu, özgürlüğümüzü elimizden alan "güm" diye kulakları sağır eden bombanın sesiyle anladık. Bir şeyi daha anladık, yıllar sonra "öleyazmak" birleşik fiilinin cümle içinde nasıl kullanılacağını...O zamanlar çocuk aklımızla anlayamazdık öleyazmanın nasıl bir yaklaşma anlamı taşıdığını... Şimdi biliyoruz ... Aslında bizler hayata adım atarken en çok ip cambazıyız. Hem de mesleğe en yeni başlayanından, ölümle raks edercesine. En tepeye çıktık mı önümüzde incecik bir ip parçası. Karşısı belki bilen için yakın ama bilinmezlikte en ırak. Dengeye karışmış bir dikkatle ipe basmaya başlarsın. Adım atarken zangır zangır titreyen bacaklarımız mıdır yoksa bastığımız yer midir? Zordur yürüyebilmesi vesselam ama denemek zorundasındır. Zaten düşebileceğin gerçeği yüksek bir ihtimaldir ama her yeni adımında gideceğin yeri düşlersin... Her adımda ümitlenirsin. Bir sonraki adımını daha dengeli atarsın. Dersin ki ben kıvırdım bu işi galiba artık sonuna kadar giderim. Derken birden hiç hesapta olmayan dışarıdan bir el uzanır makasla ipi kesiverir. İvedilikle düşmeye başlarsın. Aslında hep aklındaydı bu ihtimal ama düşecektiysen de kendinden kaynaklanmasını isterdin. Dışarıdan gelen müdahale senin iple olan zorlu mücadelende kalleşçedir. Bizim hayatla mücadelemizde bu aslında. İleri ki yaşlarımız çok hayal ama her gün ona doğru bir adım atıyoruz.. Ama ya hiç hesapta olmayan biri yanında pimi zank diye çekerse...Oradan sonrasını bize anlatabilecek biri yok maalesef. 
                    Hani diyoruz ya hep oradan geçmeseydim ya da o dakika acil bir işim çıkmasaydı, şu,bu olmasaydı bende orada olup ölecektim. Bizim bir türlü parçası olamadığımız Dünya'nın bir yerlerinde; birileri güç mücadelesi için birbirleriyle savaşırken telef olan bizleriz. Hani onlara, insanca nefes alabilmenin yeterli olabildiği zamanlar hatırlatılsa belki o zaman bize de bir yaşam düşer. Peki siz herşeyi din uğruna (!)  göze alanlar size bir soru?? Bir ecel-i müsamma'ya inanırız kaçılması mümkün olmayan değişmez kaderimiz. Bir de ecel-i kaza'ya inanırız hani  bir sebebe bağlı olarak değiştirilmesi takdir edilmiş eceldir. Yanındaki canavar pimi çekerken senin lügatında kazara mı ölmüş oluyoruz? Yoksa zaten kaderimizde bir bombacı tarafından öldürülmek mi vardı? Tabi yaa C şıkkı Takdir'i İlahi'yi unutmuşum ben.... Bir yerde okumuştum Walter Benjamin canını defalarca alabilecek kadar morfini hep üzerinde taşırmış...Bizler de artık canımızı defalarca alabilecek kronik ölüm korkusunu hep cebimizde taşıyoruz...Nabalım Woodstock Festivalinde  Jimi Hendrix ve Jonis Joplin'i dinleyip savaşa hayır diyip güzel yaşayan o  60' kuşağından olamadık.. Kısmetimize 'Milenyum Kabusu' düştü.

9 Mart 2016 Çarşamba

HAYATIMIZ #FİLTER OLMUŞ FOTOMUZ #NOFİLTER OLMUŞ KİME NE?

                   
                            
                        Selam  güzel insanlar "lar"diyerek genelledim ama pardon belki de özel olmak isteyenlerdensinizdir kim bilir. Genele dahil olmak sıkıcıdır çünkü. Rutini fragmanlara ayıran evrenimde, sıradanla sıradışıyı kesiştirememiştim bir türlü. Olamamıştı heterojen niteliklerin homojen bir birliği. Griyle hiç karşılaşamamıştım mesela ben.. Ya siyahtı ya beyaz, ya ateşti ya su... Sıradanlık yegane günahtır mottosuyla büyümemden mütevellit hep bir eşiklerdeydim.. Yirmi altı yıllık hayatımın değişmez bir parçasıdır her yeni tanıştığım insanın sıradan olamaması. Bazen trajik bazen de komik durumlara açtım tabi gözümü. Sonra dönüp kendi geçmişimi kantardan geçirdiğimde ortaya çıkan sonuçta pek sıradan değildi hani. Ne persona karmaşası yaşayanlar, ne şizofrenler, ne manik depresifler, ne sosyopatlar, ne takıntılı tipler gördük geçirdik... O vakit çuvaldızı batıralım bakalım kendi etimize dedim. Ben ne kadar normaldim ki ? Ya da marjinalin tanımı biz miydik? Sıradan zevklerim olmadı hiç, hayatta ne sıradanlaşıyorsa o hep irite etti beni. Belki bu yüzden hiç sıradan arkadaşlarım olamadı, sorunlarımız bile sıradan değildi. Sıradan sohbetlerim olamadı. Gerçek olamayacak kadar mükemmel adamların sıradışının içinde gizlendiğini düşünmüştüm ... Herhalde ondandır sevdiğim adamlar bile  hiç sıradan olamadı. Hep sıradışının kovalayıcısıydım. İnsanları seviş tarzım sıradan olmadığı gibi, insanlarca sıradan sevilmekte istemedim. Tekliğinde yegâneliği vardır dedim ve onun peşine düştüm. Halbuki kendimce ne kadar farklı yetilerim olsa da netice de sıradan yaradılışlıydım. Her insan gibi dünyaya fırlatılmıştım. Sıradışılık çoğu zaman anlaşılamamama sebep oldu dolayısıyla bende karşıdakileri çoğu zaman anlayamadım. Sıradışı olana duyduğum müthiş ilgi ne boyuttaysa o derece sıradışı yaralar aldım. Belki de bu yüzdendi kalp kapımı her önüme gelene açamayışım. An geldi devran döndü birşey değişti. Kalbim bir değirmende öğütüldü, un ufak oldu. Sıradaşından korkmaya ve kaçmaya başladım. Yüreğimin yorgunluğuna şahit, yanımda kalan  hiç beklemediğim bir sıradandı. Oydu meğer hayat boyu özlediğim, yaşamla tüm benliğiyle barışık olan. Sonra bir gün özendim sıradan olana. Her dengem değişti. Sıradan olanın sadeliği ve huzuruna iç geçirdim. Charles Bukowski yanılmış olabilir miydi gerçekten? Bukowski'nin koşar adım kaçmamızı tavsiye ettiği "ortalama insan" belki de en çok mutlu olan taraftı. Ortalama insandı sorgulamadan anın mutluluğuna savrulan. Öyle ya sıradışıyken zamanla herşey tükeniyor. Hiçbir şey sana ilginç gelmemeye başlıyor. 
                        Sıradışıydı asıl tüketmenin,tükenmenin fitilini ateşleyen. Zevk ve mutluluğa tabi olamayan. Kibirden burnu, Kaf Dağından daha öte bir dağ var mı acaba diye yeni keşiflere çıkan. Hep nereden bir hançer yiyeceğim diye tetikte bekleyen. İnsanlara karşı da en gerçek yüzünü ortaya koyamayan... Güven konusunun kenarından bile geçemeyen zira sıradışıydı hep narsist olan, erişilemeyen.  O aradığınız kişiye hiçbir zaman ulaşamadığınız, sizi hep daha sonra tekrar arayınız modunda bırakan. Çünkü o, eserekli hallerle gidendi. Belki de hiçbir zaman olmasını istediğiniz kalıba girmeyecektir. O kadar uzun zamandır sıradışı insanlarla bir aradaydım ki zamanla sıradışının ne kadar bayağılaşmaya başladığını anladım. Çok bayağıydık hepimiz beeee...... Karşıdan bir ayna tutsak kendimize, tiksinecek kadar hem de... Kusmasak mı dediğimiz anlar bile var mesela : Alkolü "cool adam" imajı için kullanan adamlardan, sanki yılları devirip acıları boncuk gibi ipe dizmişte  karşıdan onlara bakıyormuş gibi paylaşılan rakılı-mezeli masa fotoğraflarından, filozof edasıyla şiirlerden aşırılan satırların klişeleştirilmesinden, birinin hayatında sevgili olarak var olan ama bir türlü dürüst olmayan bir adamın cinsel tercihinin müphem bulgular taşımasından, güzelliğin geçici olup aptallığın baki kalacağı gerçeğinden bihaber Türk kahvesiz kitap okuyamayan entellektüel seksi kız imajlarından tiksindiğim kadar, herhalde dönerimin içinden hamamböceği çıksa o kadar tiksinmem. Throwback thursday  yok  anam flashback friday... Yaşadığımız her anı kısaltmalara doyamadık. Uzun ve anlamlı olan herşeyden kaçtık. Tbt,fbf,yds,oks,okb,amk... Dudağınızı daha dolgun gösterecek mat rujlardan ister misiniz ya da sizin neden arka lopçuklarınız Kim Kardashian'ın ki kadar olmasın reklamları...  Tepemizdeki büyük birader canım sen hayırdır yaa!!! Hele sen sıradışııı olan, o hep kaçtığın sıradanlığı bu seferde sen yaratmadın mı? Sıradışı olacağım derken kendini kocaman bir sıradan deryasında buluvermedin mi?  Eskiden dünyayı gezmek pekte kolay değildi o yüzden ülkeden çıkan herkes kendine farklı şeyler katarak fark yaratarak dönmüş olurdu. Şimdiyse o bile baydı. Çünkü oturduğumuz yerden bile gezebildiğimiz bir yüzyılın parçasıyız. Herkes çılgın birer gezgin oldu.. Her yerde şu şehre gidildiğinde yapılması gereken on şey başlıklı yazılar.. İyi de kime göre neye göre belirlendi o on madde.. Ben ki bilmediğim ülkede harita bile kullanmayacak kadar yönlendirilmeyi sevmeyen bir tipim. Senin belirlediğin on madde aslında benim kaçınmam gereken on madde olmalıydı. Bende keşfedilmemiş olanların peşine düştüm hep... Çocukluğumdan beri walkswagen t2 karavanının hastasıyımdır.  Son yıllarda o kadar moda haline geldi ki, bu kendi halinde bohem yaratılışlı sevimli minübüs bile kendi kendisinden soğudu...  Herkese aynı bakmak ,aynı hissetmek, aynı şekilde tavlamaya çalışmak,herkesin giydiği şeyleri giymek, herkesin beğeni furyalarına dahil olmak  bir o kadar komik bir o kadar ikirciklendirici... Asıl sıradan olan ortalama insan şimdi senin yanında ne kadar sıradışı kaldı farketmiyor musun? Anonim olabilmeyi göze alalım derken yolumuz şaştı neye dönüştüğümüzü bilemedik esasen.                      



19 Şubat 2016 Cuma

FARAZİ RÜYALAR


              Biliyor musun vakti geldi artık... Kimse sana söylemedi mi hiç? Bilmen lazım ellerindeki parmaklardır tek sayabildiğin.. Birazdan sen de şu düşen yağmur damlaları gibi hissedeceksin kendini; her biri tek tek sırılsıklam ıslattıkça seni..*Doksan yaşıma geldiğimde dilerim bir şimşek çaksın ve gök gürüldeyerek kulaklarımdan bedenime sızsın.Sallanan sandalyemde bembeyaz ama görmeyeli fazlasıyla buruşmuş olgun parmaklarımla Janis Joplin'den "Little Girl Blue"yu gitarımla tıngırdatan çılgın bir yaşlı olayım.Hala aynı notaya geldiğimde hatalı çalıyor olayım.Hiç üşenmeden başa döneyim. Göstermelik olmayan gerçek bir şöminem olsun. Mesela, omzuma o an yaşlı bir adam dokunsun. En az şöminem kadar göstermelik olmayan en gerçeğinden bir el, kendi elimin devamı kadar hissettiğim her gördüğümde ona ilk aşık olduğum günkü gibi beni heyecanlandıran cinsten, bilebildin mi? Yılları birlikte devirmiş olalım ama hala birbirimizi tanımıyor olalım. Ona baktığımda hala ne düşündüğünü merak edeyim. O da bana bakınca yine zihninde ne tilkiler dolaşıyor acaba diye gözlerimin içine cesaret dolu bakabilsin. Ünlü beslenme uzmanlarına el hareketi çekip doksanımızda kokoreç yemeye gidelim. Kapalı fizik tedavi salonlarını kınayıp doğa yürüyüşlerine çıkalım. İki yürüyelim üç çimlerde uyuyalım. Dünyanın haritası biz olduk diyelim. Ne çok gezdik , ne çok ait olamadık hiçbir yere, hiç kimseye diyelim. Ne o ben olmuş olsun ne ben o. Tıpkı Ying Yang gibi birbirimizden o kadar zıt ama birbirimizin tamamlayıcısı olalım. Sonra birden düşündüm gelecek çok gelecekteydi. Daha dün dibinde bomba patlayan bastığı yer sarsılan bir gençtim. Öyle gürültüde insanın aklına bunların hiçbiri gelmiyor. Bir saniye ilerisini bile düşünmeye korkuyorsun. Patlamanın olduğu alana mı gitsek? Belki yardıma ihtiyacı olanlar vardır? Sonra bir patlama sesi daha duyuyorsun bu seferki daha güçlü zangır zangır bacakların titriyor. O an biri ismini sorsa belki ona bile cevap veremezsin. Arkadaşına bakıp koşsak mı diye düşünüyorsun ama buradan çıksak ya üçüncü bombayı atarlarsa diye kıpırdayamıyorsun. Birkaç  saniye sonra telefonumuz çalıyor ailelerimize iyiyiz diyebiliyoruz sadece. Hemen ardından zihnimiz sakinleşmeye başladıkça aklımıza o çevreye doğru gelecek olan ya da oralarda olabileceğini tahmin ettiğiniz kişiler geliyor. Ambulans sesleri kulaklarımızda çınlıyor. Metro kapatılmış biz eve nasıl dönsek diye düşünürken her yerde şüpheli paketler fünyeyle patlatılıyor bunun sesinin de bombanın sesinden geri kalır bir yanı yok. Tam önümüzde patlıyor bir tanesi biz yine bomba patladı zannediyoruz.  İnsanlar korkarak taksilere saldırıyor ama nafile yollarda kapatılmış. Biz en az iki semt kadar koşuyoruz tepemizde helikopter sesleri. Nefes alıyorduk ya yaşıyor mu oluyorduk biz şimdi? Belki kurduğun hayaller ancak sıcak evinde Eirlys Myfanwy Davies'den "Dido's Lamen"i dinlerken elinde sıcak tarçınlı çikolatayla keyifli ama ne kadar sahte yaşıyoruz. Her gün bir evcilik oynuyoruz gerçek olacağından asla emin olamayacağın ama gerçekmişçesine sürdürdüğün bir oyundayız. Bu patlamayı "o,bu,şu" ya da "onlardan,bunlardan,şunlardan" kim yaptı? Bu konu üstüne bir sürü açıklama yapılıyor. Bir o kadar da öncesinde ve dahi sonrasında biz tartışmış olalım. Sonuç ne biliyor musun? Yürek yakan buruk bir acı havaya uçtu...Dün iki yüz metre ilerimizde can veren insanlarında bırak doksan yaşına gelmeyi yarını görmek istedikleri hayalleri yok muydu? Bir emirle bir sürü insanın öldüğü, doğayı koruyorlar diye bile insanların şiddete maruz kaldığı, gece geç saatte dışarıda olanın tecavüz edilmeye müsait olduğunun düşünüldüğü bir ülkedeyiz. Bugünde tesadüfen yaşıyoruz diye sevindiğimiz sonra sevindiğimiz için kendimizden tiksindiğimiz günlerdeyiz. "Zor" üç tanecik harften oluşmasına rağmen ne kadar taşıması ağır bir kelime. Hayaller zor. Umut zor. Yaşamak zor. Gelecek ???  En basiti insan olarak birbirimizi sevmekti onu bile beceremedik bir araya geldiğimizde bize boş, gözlerimizi kaçırdığımız anlamsız bakışlar kaldı...
*Janis Joplin "Little Girl Blue" şarkı sözü çevirisi





7 Ocak 2016 Perşembe

SİS

                            Gece henüz gençti...Karanlık, sokak lambasından süzülen ışık demetiyle cilveleşiyordu. Adımlarımla sisli gecenin perdesini aralarken yazdığım yazıların edebiyata ne kadar hasret kaldığını düşünüyordum. Çünkü son zamanlarda yazılarımı gündüzleri yazıyordum. Halbuki geceydi tüm yaralarımıza o  tuzu zevkle basan, bazen de tüm kusurlarımızın üstünü şefkatle örten. İşte tam o an anlamıştım aslında Ahmet Haşim'in neden en çok akşamı sevdiğini. Çünkü yüzündeki derin çıban izleriyle kendisini çirkin bir adam gibi hissediyordu ancak ne zaman gece gelse karanlık herkesin yüzünü görünmez ve eşit kılar diye düşünüyordu. Haksızda değildi hani. Ben geceden koşarak kaçarken ilham perilerimde inceden firardaydı. Sadece geceden uzaklaşmamış aynı zamanda insanları da gözlemlemeyi bırakmıştım. Kendi dertlerime o kadar dönmüştüm ki benden başkası yoktu dünyada sanki. Narsistliğin sınırlarını zorluyordum. Bakmazsan tanıyamazsın, tanımazsan ona temas edip onu yazamazsın . Sisli gecemde o kadar derin düşüncelerle yürüyordum ki ayağıma takılan çantayı bile fark edememiştim. Tökezledim,yere kapaklanmama bir nefeslik boşluk kalmıştı. Bir baktım ayağıma tanımadığım bir çanta dolanmış.  İçinden de kitaplar düşmüş. O kadar umursamazdım ki  mütemadiyen özür dileyen bu genç adama olabilecek en kaba ve çatık kaşlı halimle:  "Dikkatli olsanıza ama pardon siz erkekler anca kırıp döküp, düşürmeye çalışmaktan anlarsınız" diye pöykürdüm. Tam olarak beş adım atarak ondan uzaklaşırken derinlerimde gizlenmiş insan yanımdan koca bir tokat yedim. Ulan! dedim. Afedersiniz mevzu bahis kendim olunca öyle de kaba konuşurum kendimle neyse : "Ulan yardım etsen elin aşınmaz ya ,ne de olsa zamanında yıldızları saymışlığın kadar insanları sevmişliğin var " dedim. Geri döndüm kitaplarını toplamasına yardım etmek için eğildim. Üzgünüm insanları sevmediğim bir dönemimdeyim kaba olmak istemezdim dedim. Kitapları elimden alırken kırılgan naif bir şekilde gülümsedi. Tanıştığım insanların dörtte üçü halden anlama özürlüsü neyse ki siz onlardan değilmişsiniz önemli değil, güzel geceler dedi ve yürümeye başladı. Sisli gecede önümde ilerleyen bu tanımadığım genç adamı birden merak etmeye başladım. O hızlı adımlarla ilerlerken, benim de hiperaktif hayal gücüm devreye girdi.  O an düşle gerçek arasında bocaladım sis miydi benim kafamı karıştıran?  Nereye gidiyordu acaba? Öğrenci olduğunu sanmıyordum. Kılık kıyafeti, çantasının stili ve düşen kitaplar akademisyen olduğunu düşündürüyordu. Umarım akademisyen değildir diye bulduğum ilk elektrik direğine en batıl yanımla kulağımı çekip tıklattım. Kibar bir adam olduğu aşikardı. Kitapları uzatırken sağ elinin baş parmağındaki tırnağın uzun olduğunu görmüştüm. İşte bir ipucu daha muhtemelen gitar çalıyordu ne hoş. Ses tonu da çok tumturaklıydı çalarken de bu güzel sesin hakkını verip şarkı söylüyor muydu acaba? Aceleyle ilerleyen adımları onu sevdiği kişiye yetiştirmek için miydi ? Belki de tiyatroya yetişmeye çalışıyordu ama yok saat biraz geçti. Tiyatro olmasa bile belki sinemada gece seansına yetişmeye çalışıyordu.  Belki de benim gibi tez yazıyordu ve aceleyle eve gidip kaybettiği zamanı telafi etmek için deli gibi çalışmayı düşünüyordu. Hayatla barışık olduğu kesindi. Çünkü yüzünde hiç kimsenin eskitemeyeceği bir gülücük taşıyordu.Uzun zamandır kutsal sancının mahkumu olan, mütemadiyen kırk bir derece hararetle çalışan dimağa sahip adamlara rastladığımdan bu derece huzurlu dingin bir adamın varlığı beni şaşırtmıştı doğrusu. Adımlarını kısa tutuyordu demek ki hayatı büyük adımlarla hoyratça harcamıyordur dedim. Kafasını hafif yana çevirdi ama sonra geri önüne döndü. Birkaç saniyeden daha fazla dayanamadı, mahcup bir ifadeyle bana baktı ve tebessüm etti. Gülmeye cesaretli dedim , evrenin dilini arayan bir kişi için cesur oluşu ne büyük bir erdemdi.  Sonra ne mi oldu tabi ki hayat karşımıza yol ayrımını dayadı. Adımlarım devam ederken fark ettim ki şu kısa sürede bir insan hakkında hayal kurup onu betimlemeye çalışmışım. Aslında bende cesurdum çünkü geri dönüp ona bakmayı tercih ettim. Baktığım bu genç adam kara kalemimin ucunda biçimlenmeyi bekleyen bir eskiz gibiydi. Önümde giderken edebiyatın kanatlarıydı bana rüzgar olan. Belki de gerçek bile değildi sisten kafam karışmıştı hepsi bu...