Gözlerimizi
bir anlığına kapattık ve açtığımızda kendimizi sanatın ve edebiyatın moda
olduğu, XVII. Yüzyılın Paris’inde ,ışıltılı bir yüzyılın küçük hikayesinde,uzak
bir zamanın yakın öyküsünde bulduk.Kabarık balo kıyafetimizi
giyindik.Maskelerimizi ve perukalarımızı taktık.Nereye mi davetliyiz?Güneş
kralın yaşadığı Versailles sarayında bir maskeli baloya. Doğuştan gelen
soylulardan değiliz,soyluluğu bir günlüğüne seçerek ve inanarak benimsedik. Yetkileri sınırsız
bir kral,ruhban sınıf ve esnaf takımının arasına katılmaya gidiyoruz. Bu ahenk
ve dış yalınlık ,karmaşık bir sosyal gerçeği, birbirine karışmış sosyal
ilişkilerden bir yumağı gizliyordu.Gösterişli kıyafetlerimizin içinde, çıplak
ayaklarımızla o muhteşem saraya giderken sokaklarda bacasız ve penceresiz ahşap
kulübelerde yaşayan köylüler gördük.Genellikle penceresizdi bu evler çünkü
pencerelerde vergiye tabiydi.Yürümeye devam ettik yüksek soyluların abartılı ve görkemli
yaşamlarına,harcanan muazzam paralara,erkeklerin abartılı makyajlarına tanık
olduk.Barok döneminin en görkemli sarayına adımımızı attık.Salona girmeden bizi
takdim ettiler.İçeride bizi kral XIV. Louis bekliyordu. Ne kral
ama !! En uzun saltanat, uzun bir
ömür, en güzel saray, sonsuz savaşlar, inanılmaz
ihtişamlı bir yaşam , cömert bir kraliyet sarayı, kültür ve sanat hamisi ve bir
amblem.Güneş…Olağanüstü yaşamı olan ve hayatı boyunca “Güneş Kral” diye
anılan dans eden bir kral.
Güneş Kral’ın
hedefi,kendinden önceki kurulu düzenin kırılan gücü üzerinde teatral bir
ihtişamla mutlak monarşiyi sağlamlaştırmaktı. “Teatral ihtişam” sözü lafın
gelişi değil, Louis gösterişi de tiyatroyu da aslını isterseniz sanatın her
dalını seviyordu.Düşünsenize o bir kral
ve onu bir tiyatro sahnesinde Güneş Tanrısı Apollon olarak ya da bale
yaparken görebilirsiniz.Zaten bu lakabı da sahnedeki performansından
gelmekteydi.Gözü kökenine uygun olarak güneş gibiydi.Kardinal ve yanındaki
insanların yasaklama ve karşı çıkma isteklerine rağmen tüm sanatçıları,güzel
görünüşünün ve kendi iktidar halesinin içine alarak korudu.Sanatçılarına
sınırsız yetki verdi.Onları din adamlarının kısıtlayıcı, var olmayan hayal
güçlerinden sakındı. Bu özgür bırakılan
irade sayesinde o çok değerli Molière tiyatro eserlerini,Jean Baptiste Lully
bestelerini,Ronsard ve La Fontaine elmas sözcüklerini edebiyata dönüştürüp
üretim yapabildiler.Müzisyenler eserlerinde insanlığın acısından vaaz
veren sihirbazlardı.Güneş kral müziğin
bu etkisini iktidarını kuvvetlendirmek için kullandı.Düşüncelerini yansıtan
müzikler yapılmasını isteyerek bu bestelerle dans etti.Dans eden kendisi değil
devletin geleceğine dair kurduğu idealleriydi.İnsan ölçeğinde müzikle, devlet denilen şeyin
kendisi olduğunu halkına dansla gösterdi. Kadim kültürlere duyduğu
hayranlıkla, İtalyan sanatının hegemonyası altında olan operayı Fransız
kültüründe geliştirmesi için J.B. Lully’e sonsuz yetkiler sundu.
Yaşadığı yer
kürede hiç arkadaşının olmadığını iddia etmesine karşın her anında Lully’nin
besteleriyle nefes almasının,ona ayrıcalıklar tanımasının bir sebebi olmalıydı.Sarayda
büyük hayranlıkla gezinirken Dünya’daki tek Türk Marşının Mozart tarafından bestelendiğini
düşünüyorduk.Birden karşımıza Molière çıktı.Molière tiyatro eserlerinin çok
kuru olduğuna bunu renklendirmek için sahnelerin içinin müzikle doldurulması
gerektiğini düşünüyordu ve Jean Baptiste Lully’den Kibarlık Budalası oyunu için
beste yapmasını istedi.Oyunda Mösyö Jourdain doğuştan soyluların arasına
katılmak istiyor ve bunun için de kızı Lucile’in iyi statüde biriyle evlenmesi
gerekiyordu.Lucile ise fakir birine aşıktır ,onunla evlenebilmesi için onu
babasına Türk Padişahı’nın oğlu diye tanıtır…Bu sahne için J.B. Lully bir Türk
Marşı besteler.Böylece ilk Türk marşını bestelemiş olur Mozart’tan bile önce.Dinleyince
kulaklarımıza inanamadık.Bizler bu sahneyi izlerken ve besteyi dinlerken ince
bir mizahın arkasına gizlenmeye çalışılmış bir Türk hayranlığı da sezmedik
değil.
Bugün dans eden
güneş kralın sarayına misafirdik ama gözlerimizi bir anlığına kapatıp Dünya’nın
neresine gidersek gidelim göreceğimiz manzara pekte farklı olmayacaktır. Neticede
kültürümüzün derin etkilerini diğer
kültürlerde,onların sanat eserlerinde,onların insanlarında ve korkularında
görmek mümkün.Bunu görmek için düşlerimizi amansız yolculuklarla boyamaya
geliyorum…
Not: Aşağıda paylaştığım birkaç videoyla Molière'in Kibarlık Budalası tiyatro oyununa bilet alarak Jean Baptiste Lully'nin Türk Marşını dinleyebilir oradan üç boyutlu bir şekilde Versailles sarayında bir gezintiye çıkabilir kim bilir belki de XIV.. Louis ile karşılaşabilirsiniz.O zaman sizlere iyi yolculuklar dilerim.....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder